Osmanlı El Sanatları


1.Ahşap ve Taş  İşlemeciliği
Ahşap sanatçılarına “neccar”  denilmiştir.Sedir,ceviz,kestane,elma,armut,abanoz ,şimşir,gül ve kiraz ağaçları kullanılmıştır. Çeşitli tekniklerle ( kireçle terbiye,bezir yağıyla doyurma,cilalama v.b.)  işlenerek şekil verilmiş ve sanat eseri haline getirilmişlerdir.
Ahşap malzemenin içinde gümüş,sedef  v.b.malzemenin kullanılmasıyla “kakmacılık” sanatı yapılmıştır.
Taş işlemeciliği, Türk mimarisinin temel unsurlarındandı.Dini , eğitim veya diğer mimari eserlerde taş işlemeciliği (mozaik, renkli taşlar v.b.) kullanılmıştır.Ayrıca taşların üzerine oyma ve kabartma yoluyla nakışlar da  yapılırdı.
2.Dokumacılık
Pamuk,keten,kadife ve benzeri malzemenin dokunarak kumaş haline getirilmesi işlemidir.Osmanlılar burada  da gelenekten gelen Türkiye Selçuklu ve Beylikler Devri dokumalarının  etkisinde bir gelişim göstermişlerdir.
Dokumacılık, saray sanatı olarak devlet kontrolünde yapılırdı. İpek kumaşlar,bir statü sembolüydü.  
Orta Asya’dan gelen halı ve kilim dokumacılığı da  devam etti. XIV.yüzyılda geometrik  motifler,Hayvan figürleri ve kufi yazılı kenar şeritleri kullanılmış.Bunu baklava motifleri ve soyut bitkisel motifler takip etmiştir. Renk olarak sarı.koyu mavi ve  çimen yeşili kullanılmıştır.
Gordes düğümlü Uşak Halıları madalyonlu ve yıldızlı halıların en güzel örneklerindendir. 
3.Çinicilik
Kil topraktan yapılmış levhaların çiçek desenleriyle bezenip fırında  pişirilmesi sanatıdır.
İznik ve Kütahya bu işin merkezleriydi.Her tür mimari yapı, çinilerle süslenebilmiştir. Bu eserler, dünyada hayranlık uyandırmıştır. Renk;Türk mavisi,domates kırmızısı,mor,sarı ve yeşildir.
Örnek: Bursa Yeşil Camii , Bursa Yeşil Türbe,Topkapı Sarayı,Sultan Ahmet Camii.
4.Hat Sanatı
Güzel yazı yazma sanatıdır. Bu işin sanatçılarına “hattat” denirdi. Osmanlı döneminde hat sanatı zirveye ulaşmıştır. Önce Amasya ve Edirne’de sonra da İstanbul’da hattatlık oldukça  gelişmiştir.Amasyalı Şeyh Hamdullah  ve Ahmet     Karahisarî, XVI. Yüzyılın en önemli hattatlarıdır.







Osmanlı Mimarî Anlayışı




  •   Erken Dönem Osmanlı Mimarisinin temelinde külliyeler,külliyelerin temelinde ise camiiler yer alır.İlk örnekler:İznik(Hacı Özbek Camii,Süleyman Paşa Medresesi),Bursa(Ulu Camii, Yıldırım Bayezid Bedesteni)
  •   Klasik  Döneme  Geçiş. İstanbul’un fethi başlangıçıdır. Mimarîde de üst seviyeye  çıkıldı. Camiiler, merkezi kubbeli camilere yarım kubbelerin  eklenmesiyle büyüdü.Külliyeler de daha büyük yapıldı.”Büyük Külliyeler” devri başladı.Örnekler:Fatih,II.Bayezid ve Süleymaniye  külliyeleri, İstanbul Bayezid Camii.
  •   Mimar Sinan,Yavuz,Kanuni,II.Selim ve III.Murad  dönemlerinde  dört yüzden fazla eser  verdi. Kanuni döneminde mimarbaşı oldu. Çıraklık eseri:Şehzade Camii. Kalfalık eseri:Süleymaniye Camii.Ustalık eseri:Selimiye Camii.  Her eserinde farklı bir plan kullanmış. Devrin sanat erbabından faydalanmıştır. Ayasofya’yı da onararak  günümüze kadar gelmesine katkıda  bulunmuştur.

Osmanlı'da Şehir Planlaması





Osmanlı  Devleti, büyük  bir devlet olarak içinde  çeşitli din,dil ve ekonomik toplumlar  barındırmıştır.Osmanlı  şehir planlaması,  Türkiye Selçuklularının mirası üzerinde  yükselmiştir.
Ekonomik örgütlenme : A.Merkezi  iş sahası B. Konut Alanları  şeklindeydi.
Şehir merkezi, kale veya surlar, önemli yollar ve önemli  kültürel alanlar odak alınarak belirlenmekteydi.
Şehirdeki  ana unsurlar:cami,bedesten(çarşı) ve imaret(hayırevi). Bedestenin yanında  hem konaklama hem ticari bağlantı noktası olan hanlar vardı.
 Külliyeler , şehir merkezini oluşturan bir diğer unsurdu..Medrese,camii,aşevi ve benzerlerinin toplu olarak bulunduğu yapılar  bütünüydü.
Mahalleler, yerleşim birimleri olarak genelde çift katlı yapılardı. Birinci kat, hizmet katı( mutfak,depo,çamaşırhane ve tuvalet ), ikinci katıysa oturma alanı olan odalar şeklinde olup  aralarında bir eyvan,ön tarafta ise bir avlu yer alırdı.
Mahallelerin  ötesinde ise endüstriyel  faaliyetlerin ve zanaatkârların işyerleri (derici,kesimhane,bakırcı,gıda maddesi satıcıları)  vardı.



Adaletin Gözetilmesi

         "Adalet mülkün temelidir.”

Adalet,hukukun öngördüğü  esaslara  göre  hakka  ve hukuka uygunluk,herkese kendine uygun olanı verme  anlamlarına gelir.
Toplumda  hak ve sorumlulukların yerine getirilebilmesi,bireyleri koruyan,eşitlikçi bir ölçüt olarak hukukun bulunmasına bağlıdır.Kişisel hevesler veya isteklerle toplumda düzen ve dirlik sağlanamaz.
İlk ilkemiz  böylece  kişisel heves ve isteklere  dayanmamak.
İkinci  ilkemiz  uygulamada  eşitlik ilkesidir. Aynı  suçu işleyenlerin hepsine aynı cezanın verilmesidir.
Hukukta  karar verilirken  birine duyulan sevgi veya  nefret  sonuç üzerinde etkili olmamalıdır.
Kur'an-ı Kerim' den  örnek  delil:
“Ey iman edenler!
Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah
için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar
Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği)
eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah
yaptıklarınızdan haberdardır."
                                              Nisâ suresi, 135. ayet.
Kur'an ahlakının  yaşamış örneği  Peygamber Efendimiz(sav)'den   örnek  delil:
Peygamberimiz  bir hırsızlık olayı karşısında
“Ey insanlar! (Allah) sizden önceki milletleri, içlerinden soylu birisi hırsızlık yaparsa onu bırakmaları,zayıf birisi hırsızlık yaparsa onu cezalandırmaları sebebiyle helâk etmiştir. Allah’a yemin olsun ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık etse mutlaka onun da elini keserdim.
                                            Müslim, Hudûd, 8.

Osmanlı'da Şehircilik Anlayışı

1. Osmanlı Şehir Kurma İlke ve Uygulamaları
Şenlendirme Osmanlıların, şehirleri fethettikten sonra bu şehirlerde yaptıkları imar faaliyetlerini XV. yüzyılın çağdaş kaynaklarından örneğin Aşıkpaşazade ya da Neşri tarihinden takip edebilmekteyiz. Padişahları esas alarak Osmanlı tarihini anlatan bu kaynaklar, her bir padişahın tarihini anlatırken onların şehirlere yaptıkları katkıları ve yatırımları da tek tek zikretmişler ve hayır dualarda bulunmuşlardır. Şehirlerin imar sürecini ifade etmek için bu kaynaklarda kullanılan bir terim, Osmanlıların şehir kurma pratiğini adlandırmak için çok uygun gözükmektedir: Şenlendirme. Şehirlerin imarı, abad edilmesi, nüfuslandırılması, huzur ve güvenliğin temini ve iaşesinin temini gibi şehircilik ve şehirleşme faaliyetlerinin tümünü birden ifade etmek için kullanılan “şenlendirme” kelimesini biz de burada kullanmayı tercih ettik.
1.1 Şehirler ve Fetih
En başta ifade etmek gerekir ki Osmanlı siyasî yapı ve kültürü, içinde bulunduğu toplumsal âdet ve geleneklere aşırı duyarlı idi ve fethettiği toplumların maddi ve kültürel zenginliklerden kendisi de payını alıyordu. Fakat geleneklerin ötesinde dikkate aldığı güçlü bir İslam hukuku ve Türk-İslam devlet geleneği yani fiili uygulama vardı. Bu hukuk ve gelenek bir şehrin fethi aşamasında başlardı. Eğer şehir sulh/barış ile fethedilirse, İslam hukukuna ve Osmanlı uygulamasına göre şehir halkının canına ve malına dokunulmaz idi; Bursa’nın, Edirne’nin fethinde olduğu gibi. Eski gayrimüslim şehir ahalisinin güvenle şehirde yaşaması için tek şart devlete itaatini cizye vergisi vererek kabul etmesiydi. Fethedilen şehrin halkı kendi mülklerinde oturmaya devam eder, fetih sonrası gelen göçmenler ise yeni mahalleler kurarak şehrin imarına girişirlerdi. Zamanla, insanlar arası mülk alışverişi ile ya da gelen göçmenlerin zaten karışık unsurlar ihtiva etmesi ile heterojen mahalleler ve şehir teşekkül ederdi.
Diğer taraftan eğer bir şehrin fethi sulh ile değil de savaşla/zorla oldu ise, fetihten sonra o şehrin ahalisinin esir alınması ve mallarına el konulması kanunî hak idi. Nitekim İstanbul’un fethi böyle olmuştur. Galata bölgesi ise sulh ile alındığı için onlara dokunulmamıştır. İstanbul’un Rum halkı esir edilmiş, evlerine, fetihle birlikte gelen ya da göç eden insanlar yerleşmiştir. Tüm ibadethanelerin camiye çevrilmesi de hukuken mümkün hale gelmiştir. Şüphesiz bu durum, esir olan halkın fidyesini ödeyerek hürriyetini kazanmasına ve şehirde oturmaya devam etmesine mani değildir. Ya da göçle gelen gayrimüslimlerin şehirde farklı muamele görmesine de yol açmamaktadır. İstanbul örneğine devam edersek, her ne kadar fetihle birlikte Rumlar esir edilmiş ve mallarına el konulmuşsa da, teori ile pratik ya da norm ile uygulamada uygulamanın önemini bizi gösterircesine, Fatih Sultan Mehmet hürriyetlerini ve mallarını Rumlara iade etmiş, ibadethanelerinin sadece bir kısmını camiye çevirmekle yetinmiştir. Böylece çok sayda Rum diğer gayri Müslimlerle birlikte İstanbul’da yaşamaya devam edebilmiştir. Nitekim 20. yüzyıla kadar da Rumlar, Müslümanlardan sonra İstanbul’da en fazla nüfusa sahip (%20 civarı) unsur olmuştur. 1.2 Şehir Tahrirleri ve Kanunnameleri Güven ortamı ile fethin ilk aşaması temin edildiğinde ikinci aşama olarak yerel âdetlerin ve demografik bilgilerin öğrenilmesine ve buna göre kuralların konulmasına yönelik “sancak/şehir kanunnameleri”nin hazırlanmasına geçilirdi. Dolayısıyla Osmanlılarda her şehrin kendine mahsus, yerel şartları dikkate alan kanunları vardır. Böyle bir tespit şüphesiz bir şehrin önceki halini bilerek yeni halinde bir süreklilik sağlama niyetinin de göstergesidir. Bir anlamda bu usul, geçmiş kültür ve geleneklerinin öğrenilmesi ve yaşatılması sonucunu doğurmaktadır. Ö. L. Barkan ve H. İnalcık çalışmaları ve 1. Akgündüz’ün detaylı neşirleri ile ortaya konan bu usulü XV. asrın ikinci yarısından itibaren elimizde olan eserlerden takip edebilmekteyiz. Göknur Karaduman, sancak kanunnamelerini tanıttığı makalesinde bahsini ettiğimiz süreci İnalcık’ın anlatımlarına dayandırarak şöyle tanımlar:
“... öncelikle Osmanlı Devleti’nin bir bölgeyi fethini müteakip, o bölgede bir tahrir yaptırdığını görmekteyiz. Bölgede ilk kez yaptırılan bu birinci tahrir, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyeti ve bölge halkı üzerindeki meşruiyeti acısından çok büyük önem taşımaktadır. Yeni fethedilen bölgelerde yapılan ilk tahrirlerde, fetihten önce o bölgede geçerli olan eski yasalar ve bölgeye ait örf ve adetlerin, Osmanlı Devleti kanunları ile birlikte sancak kanunnamelerinde yer aldığını görmekteyiz. Gerek Avrupa, gerek Doğu Anadolu ve gerekse Orta Doğu’daki yeni fethedilen yerlerde, özellikle fethi izleyen geçiş dönemlerinde, kanunnamelerde eski kanunlar yer almış ve çoğunlukla daha sonraki dönemlerde yapılan tahrirleri müteakip hazırlanan sancak kanunnamelerinde bu maddeler değiştirilmiştir. Buradaki amaç; fethedilen bölgelerin Osmanlı hâkimiyetine, Osmanlı vergi sistemine geçişinin yumuşak olması ve tarihsel, bölgesel ve ekonomik farklılıklar gözetilerek adaletsizliklerin ortadan kaldırılmasıdır.”
Aynı şekilde nüfusun ve unsurlarının ve ayrıca mülklerin tespitine yönelik de sayımlar (tapu tahrirleri) yapılmış böylece bir taraftan şehrin fetihten sonraki hali her açıdan tasvir edilirken diğer taraftan bundan sonra o şehirde nasıl bir şenlendirmeye ihtiyaç olduğu da tespit edilmiştir. 1.3 Şehirlerin Yönetimi: Adalet, Güven ve Huzurun Tesisi Fetih süreci ve sayımlarla birlikte gerçekleştirilen diğer bir süreç o şehirde, adalet ve güvenliğin temini için hukukî-beledî yönetici (kadı) ve asayiş-idarî yönetici (subaşı, yasakçı, ağa, şehremini...) tayininin yapılmasıydı. Böylece fethedilen bir şehirde güvenlik, otorite, adalet ve güvenlik olarak tasnif edebileceğimiz süreç tamamlanmış olurdu. Kadılar Osmanlı şehirlerinde sadece hukuki işlere bakmazlar, şehrin gündelik yaşamının, altyapısının, kurumlarının ve iktisadi hayatının (iaşe) adaletle, güvenle ve süreklilik çerçevesinde bir verimlilikle çalışmasını da temin ve idare ederlerdi. Hem devletin şehirdeki görevlisi hem de Avşehrin devlet nezdindeki temsilcisi idi. Şeriyye Sicilleri olarak bildiğimiz kadıların tuttuğu ve yirmi binden fazlasının yani milyonlarca davanın elimizde olduğu defterler onların Osmanlı şehirlerinde çok yönlü işlevlerini bize göstermektedir. Elbette, kadıları şehri tüm işlerinin tek idarecisi değildi. Subaşı ve benzeri statüdeki görevliler asayişi, eminler mali işleri, kethüdalar esnaf örgütlerini, imamlar yani dini görevliler mahalleleri ve cemaatleri, mütevelliler vakıfları sevk ve idare ederlerdi.
Şehirlerin Osmanlılaştırılması sürecinin bu icrai faaliyetleri bizlere bazı ilkeleri ortaya çıkarma fırsatı vermektedir. Bunlar kısaca süreklilik, çok kültürlülük ve yerinden yönetim olarak günümüz diline çevrilebilir diye düşünüyoruz.
2. Tevarüs: Osmanlı Şehirlerinde Süreklilik
Burada süreklilikten kasıt çok yönlüdür. Birincisi, ilkesel olarak Osmanlıların içerisinden çıktıkları İslam ve Türki ilke ve adetleri kendi idari süreçlerinde devam ettirmeleridir. Fetih yöntemleri, yapılan tahrirler ve idari icraatlar bu sürekliliğin unsurları olarak görülmelidir. İkincisi ise fethedilen şehirlerin varolan örf ve adetlerine yönelik hassasiyet ve bunlarla Osmanlı sistemini adapte etme uğraşısı ile ortaya çıkan süreklilik unsurudur. Özellikle sancak kanunnamelerinde tam da yapılmak istenen bu olarak yorumlanabilir. Zira Balkan şehirleri için Bizans, Macar ve feodal örflerinin ve Anadolu şehirleri için Kayıtbay Kanunundan diğer beylik kanunlarına kadar ki adetlerin tespit edilip Osmanlı sistemi ile bunların örtüştürülmeye çalışılması gündelik hayattaki sürekliliklerin temini açısından son derece kıymetli uygulamalardır.
Üçüncü olarak ise şehrin mimari unsurlarının ve inşa edilmiş alanlarının yakılıp yıkılması yerine olabildiğince tamir ve tadil edilerek kullanılmasına yönelik bir uygulama de var olan şehrin teknik, estetik ve yaşanabilir alanlarla ilgili birikiminin sürdürülmesine yönelik bir adım olarak değerlendirilmelidir. Özellikle XIX. Yüzyıl sömürgecilik dönemindeki şehirleşme politikalarına bakıldığında bir fark çok açık gözükür. Birçok sömürge şehrinde mevcut meskûn mahaller ve mimari olduğu gibi bırakılıp sömürgeci devletlerle yeni meskûn alanlar ve mimari tarzlar oluşturulmuştur. Onun için de eski Rabat, yeni Rabat; eski Kahire yeni Kahire ya da yepyeni Yeni Delhi, Kalküta gibi şehirler ortaya çıkmış bir anlamda yerel unsurlar ölüme terkedilmiştir. Oysa Osmanlı şehirlerinde hem fetih öncesi var olan unsurlar ve mahaller ihya edilmiş hem de külliyeler yoluyla bu şehirler büyütülmüştür. Osmanlıların yeni şehirler kurmak yerine var olan şehirleri (Bursa, Edirne, Sarayova, Üsküp, Kütahya, Kastamonu...) büyütmeyi tercih etmeleri bu çerçevede örnekler olarak değerlendirilmelidir.
2.1 Şehir ve Kimlik
Çok kültürlülük ve Bir arada Var olma Fethi takip eden ilk yıllarda İstanbul’da muhtemelen 50 binin çok altında bir nüfus vardı. Kısa zaman içerisinde, kabaca 50 yıl sonra bu nüfus 100 bine ulaştı. Biraz daha sonra yani Kanuni Sultan Süleyman devrine isabet eden bir asır içerisinde ise yaklaşık 300 bin kişiyi içerisinde barındıran bir şehir vücuda geldi. Paris ve Londra gibi şehirlerin bile 100 bin civarındaki nüfusu düşünülürse, bu coğrafyanın en büyük şehrine dönüştü. Fetih sonrasında önemli miktarda Rum nüfus İstanbul’da yaşamaya devam etti. Hatta Ortodoks Patrikhanesine Fatih tarafından atanan yeni patrik ile Hristiyanlığın da merkezi olmayı sürdürdü. Galata tarafında ise Latin ve Frenk nüfus zaten mevcut idi. 1490’lardan sonra İstanbul, İspanya’dan kovulan Yahudi gruplara kapılarını açtı. Aynı yıllarda ve sonrasında önemli miktarda Ermeni nüfus İstanbul’a yerleşti. Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen çok çeşitli etnik ve dinî grup ile Roman nüfus da bu süre zarfında İstanbullu oldu. Müslüman nüfus da şüphesiz yeknesak değildi İstanbul’d1. 1453 yılındaki fetihten sonra asker olarak gelip şehirde yaşamaya başlayan nüfus Anadolu’dan Balkanlara birçok farklı bölgeden-kültürden gelmişti. Sonraki yıllarda artarak devam eden göç dalgası ile Anadolu ve Balkan coğrafyasının, her köşesinden Müslüman gruplar İstanbul’da yaşamaya başladılar. Kısacası, fethin yüzüncü yılında İstanbul, başta İslam’ın olmak üzere Ortodoks Hristiyanlığın, Yahudilerin, Ermenilerin kutsal emanetlerine ve dünyadaki en büyük nüfuslarına sahip dünyanın en büyük ve en zengin şehirlerinden biri oldu.1
Yukarıda aktardığımız İstanbul’a dair rakamlar bize şunu söylüyor. Hem dinî açıdan Müslüman, Hristiyan, Yahudi nüfus hem de etnik ve kültürel olarak Türk, Arnavut, Arap, Boşnak, Kürt, Rum, Ermeni, Roman, Latin ve Frenk gibi çok çeşitli unsurlar Osmanlı İstanbul’unda birlikte var olmuşlardır. 1900’lü yıllara kadar da dinî olarak Müslüman ve diğer dinler arasındaki oran %60’a %40 ya da %50’ye %50 gibi bir oranla sürmüştür. Ancak 1900’lü yıllara tekabül eden Kafkas ve Balkan Müslümanlarının Anadolu’ya doğru zorunlu göçleri ve neredeyse tek etnik gruba dayalı yeni ulus devlet sürecinde İstanbul homojenleşmiş ve yeknesak bir kimlik ve kültüre büründürülmeye çalışılmıştır.
Peki, Osmanlı şehirlerinin bu çok dinli ve ırklı yapısı, insanların şehirlerde bir arada ahenkle yaşadığı ve kültürel anlamda birbirileriyle etkileşim içerisinde oldukları anlamına mı gelmektedir? Elbette, böyle bir çeşitliliğin bir şehirde yaşaması birlikte var olmak için birinci şarttır, ama yeter şart değildir. Bizans İstanbul’undan bahsederken de bu kadar çeşitli olmasa da bazı etnik-dinî unsurların şehirde var olduklarını belirttik. Modern öncesi bazı Avrupa şehirlerinde de azda olsa bir nüfus çeşitliliğini görmek mümkün. O zaman sorduğumuz sorunun cevabı, bu çok çeşitli insan gruplarının şehir içindeki yerleşim biçimlerinde ve aralarındaki iletişimi/etkileşimi artıracak kanalların olup olmamasında düğümleniyor. Osmanlı şehirleri dışındaki hiçbir Avrupa ve Bizans şehrinde isteyen istediği yerde oturamazdı. Her etnik-dinî unsurun nerede oturacağı belliydi ve bir yerden başka bir yere taşınması yasaktı. Burada “hukuk” ve “yasak” kelimelerini bilinçli olarak kullanıyorum, çünkü kimin nerede oturacağının hukukî olarak ya da devlet zoruyla belirlenmesi ile insanların sosyolojik, kültürel ve ekonomik gerekçelerle birbirilerine yakın oturmayı tercih etmeleri arasında çok büyük fark vardır. Ayrıca bir kere bir yeri tercih ettikten sonra oradan ne gerekçe ile olursa olsun taşınma ve hareket etme serbestisi ya da esnekliğinin olması da çok kritiktir. Eğer insanlar tercihlerine göre bir yer seçiyor ve gerektiğinde hareket edebiliyorsa ancak o zaman yukarıda saydığımız nüfus çeşitliliğinin bu şehirde karışık oturması ve birbirleriyle iletişim ve etkileşimi mümkün hale gelir.
Osmanlı şehirlerinde ve İstanbul’unda belirli dinî ve etnik gruplar belirli bir mahallede oturmayı tercih edebiliyorlardı ve fakat taşınabilme esneklikleri de vardı. Dolayısıyla bu şehirlerde pek çok farklı dinî ve etnik unsurdan insan aynı mahallede karışık oturabiliyordu. Osmanlı kaynakları, heterojen dediğimiz, çeşitli grupların bir arada yaşadığı ve aralarında iletişim ve etkileşimi ifade eden örneklerle doludur. “Getto” denilen sadece bir gruba mahsus bölgeler hiçbir Osmanlı şehrinde gözükmemektedir. Oysa Avrupa şehirlerinin pek çoğunda özellikle Yahudiler için “getto” denilen mahaller söz konusudur. Bugün Toledo’da, Prag’ta, Paris’te “Yahudi Mahallesi” olarak gezilen yerler geçmişte, başka bir yerde oturmasına izin verilmeyen bir dinî unsurun mahalleleridir. Başka dinî ve etnik unsurlar için de benzeri mahaller oluşturulmuştur. Bizans İstanbul’unda da, örneğin Yahudilerin defalarca şehirden ihraç edildiklerini, şehirde yaşamalarına izin verildiğinde ise bazen Galata’da bazen de Suriçi’nde belirli yerlerde oturmaya mecbur edildiklerini tarihî kaynaklardan okuruz. Latinlerin ve Müslümanların da aynı şekilde bazı dönemlerde Galata’da bazen de Sirkeci sahil bölge sinde iskâna mecbur edildiğini görmekteyiz. Bizans ve Osmanlı dönemi İstanbul’undaki nüfus kompozisyonu ve yerleşim biçimlerindeki farklı tutum alışların benzerini Granada’nın Endülüs ve İspanyol dönemlerindeki tarihini inceleyerek de fark edebiliriz.
Dinî ve etnik çeşitlilik ile tercihe ve esnekliğe dayalı yerleşim biçimi Osmanlıların Anadolu ve Balkan şehirlerinin pek çoğunda vardır. Onun için de özellikle Osmanlıların şekillendirdiği Bursa, Edirne, Selanik, Saraybosna, Üsküp, Sofya, İşkodra, Belgrad şehirleri pek çok açıdan birbirlerine benzemektedir. Nüfus çeşitliliği bir yana, bu çok kültürlülüğünün sonucu olarak mimari, ticaret, gündelik yaşam ve yeme-içmeye kadar çok farklı alanlarda benzeri tavır alış özellikleri gösterirler. Müslümanlıkları ile birlikte sahip oldukları zengin çeşitlilik en bariz bir şekilde göze çarpmaktadır.
Örneğin mimari olarak, bu şehirlerde tüm dinlerin ibadethanelerini bulabilirsiniz. Tüm kültürlerin kendine mahsus, ahşap, taş, avlulu, sıralı mimari tercihlerine rastlayabilirsiniz. Ermeni bir ustanın, Müslümanların kullandığı bir eseri inşa ettiğini görebilirsiniz. 2 Çarşıda, bedestende herkesin dükkânı olabilir, meslekî loncalarda birlikte çalışılabilir. Tüm dinî ve etnik unsurlar kadı mahkemelerine gelip aralarındaki davaları görebilir.
Birbirlerinin dillerini ve âdetlerini de öğrenirler. Mesela İstanbul tarihi de yazan Ermeni tarihçi Eremya Çelebi’nin 1656 yılında “Bugün Türkçe Elifbe’yi bitirdim ve Hazreti İsa’nın inayetine sığınarak Amme’ye başladım” demesi, bunun çok güzel bir örneğidir. Benzeri şekilde aynı dönemde yaşayan Müslüman Evliya Çelebi de 10 ciltlik Seyahatname’sinde bize tüm Osmanlı coğrafyasının dillerini, kültürlerini hiç yabancılık çekmeden anlatır, örnekler verir. İstanbul’da ya da Osmanlı şehirlerinin yemek kültüründe bugün bile görülen çeşitliliğin bu tarihsel mirasın sonucu olduğunu kim inkâr edebilir!
Osmanlı şehirlerini pek çok açıdan Avrupa şehirleri ile mukayese etmek mümkünken, dinî-etnik çeşitlilik ve birlikte var olma tecrübesi açısından böyle bir mukayese yapmak neredeyse imkânsızdır. O zaman bu noktada şöyle bir soru akla gelmektedir. Peki, böyle bir kozmopolit/çok kültürlü yapının kaynağı nedir? Fiilî bir durum mudur, yoksa yazılı bir kanuna mı dayanmaktadır?
Bu soruların cevabı yukarıda bahsedilen fetih sırasındaki hukukta, sonrasında yapılan tahrir uygulamaları ile ulaşılmaya çalışılan sürekliliklerde ve İslam hukukuna dayalı kadılarca temin ve takip edilen zimmi hukukunda aranmalıdır.
Sonnotlar
1 Bkz. Halil İnalcık “Fatih, Fetih ve İstanbul’un Yeniden İnşası”, Dünya Kenti İstanbul– İstanbul World City. (Afife Batur ed. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996), pp. 22-37.
2 Pekçok örneği arasında Süleymaniye Camii’nin inşaat süreci bu açıdan manidardır. Bkz. Ömer Lütfi Barkan, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı (1550- 1557) I-II, Ankara, 1972-79.
Yrd. Doç. Dr. Yunus Uğur
Kaynak:Çevre ve Şehircilik Bakanlığı

Hadislerin Tedvin ve Tasnifi

ÜÇ DEVRE
Kitâbet(Yazılması)Herhangi bir sahabinin bizzat Hz. Peygamber’den duyduğu hadisleri kendisi için yazıp bir araya getirmesi olayıdır. Bunlar, hatırlamak maksadıyla tutulmuş özel notlardır.Tedvîn(Toplanması)Dağınık malzemenin bir araya toplanması demektir.Dillerde ve/veya değişik yazı malzemeleri üzerinde dağınık halde bulunan hadis metinlerinin herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutulmaksızın bir araya getirilmesidir.Bu demektir ki, tedvin; Henüz yazıya geçmemiş rivayetleri yazıya geçirmek ve eskiden yazılmış veya yeni yazıya geçirilmiş olan hadis metinlerini ayrıma tabi tutmadan bir araya toplamak, gibi iki ayrı işi ifade etmektedir.Tasnîf(Sınıflandırılması)Tasnif ise tedvin edilmiş (müdevven) malzemenin, ya sahabi ravisine ya da ilgili alanlarına göre belli bölüm ve bab/konularda  “toplanması”nı ifade etmektedir. Tasnif, zaman olarak, tedvinden sonraki bir döneme ait, “kitaplaştırma anlamında bir toplama” faaliyetidir.

OSMANLI’DA SÖZLÜ VE YAZILI KÜLTÜR



Sözlü kültür
Eski Türk destanlarında, şiirlerinde yer alan  temalar  Osmanlıların kuruluş döneminde Rumeli’ye gerçekleştirdiği fetih hareketlerine de yansımıştır.
Osmanlı esnaf teşkilatı içinde yetişen saz şairleri  bu  sözlü kültürü devam ettirmişlerdir.Örnek:Köroğlu.
XV. yüzyıldan itibaren en çok görülen sözlü edebiyat ürünü halk hikâyeleridir. Örnek: Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber . Ayrıca Yazıcıoğlu Mehmed’in Hz. Muhammed’i anlatan Muhammediyye,  Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok okunan kitap olmuştur.
Köy seyirlik oyunları, kukla, karagöz, meddah ve orta oyunu, sözlü kültürel geleneğin en zengin unsurlarını taşıyan tiyatro örnekleridir.
Edirne ve Topkapı saraylarında başlatılan helva sohbetleri de bir başka sözlü kültür geleneği olarak Osmanlı’daki üst ve orta sınıfı bir araya getirmiştir. 
Türkülerin, ilahilerin, marşların söylendiği, oyunların oynandığı bu toplantılar XX. yüzyılın ilk yarısına kadar sürmüştür.
Yazılı Kültür
Osmanlı’da yazılı kültür ürünleri Eski Anadolu Türkçesiyle XIII. yüzyıldan itibaren verilmeye başlanmıştır.
Yazılı edebiyatın destan geleneği, bu dönemde Battalnameler, Danişmendnameler ve Saltuknameler gibi eserlerle  sürmüştür.
İslam dininin kavramlarını, düşünce sistemini yansıtan, belli bir tarikata bağlı olan şairler tekke ve tasavvuf edebiyatını oluşturmuştur.Örnek: Hoca Ahmet Yesevi,Yunus Emre v.d.
Alevi-Bektaşi halk şiirinde: Kaygusuz Abdal ve Seyyit Nesimi  v.d.
Divan Edebiyatı
Divan edebiyatı, Oğuz Türklerinin Anadolu’da  oluşturdukları Türk İslam kültürünü anlatan, Fars ve Arap edebiyatlarının yazım özellikleriyle gelişmiş klasik Türk edebiyatıdır.
Divan edebiyatında  ilahi aşk, dinî ve tasavvufi konular yanında toplumsal hiciv ve mizah türlerinde de eserler verilmiştir.
Osmanlı padişahları içinden de pek çok divan şairi çıkmıştır.
II. MURAD DÖNEMİ’NDEKİ KÜLTÜREL GELİŞMELER
II. Murad , bilinçli bir Türkçeciliğe sahip olup, Türkçenin gelişmesi için  tedbirler almıştır.
II. Murad Dönemi’nde, âlim ve şairlerin çoğu, eserlerini Türkçe yazmışlardır.
Danişmendnâme (Türklerin Anadolu’yu fethini anlatan destan) yi  yeniden  yazdırdı. Kâbûsnâme  adlı eseri Türkçeye tercüme ettirildi. Yine Osmanlı şiir mecmualarından olan Mecmûatü’n-Nezâir de II. Sultan Murad’a adandı. 
II. Murad Dönemi’nde bilimsel ve kültürel çalışmalara verilen destek sayesinde Azerbaycan, Türkistan ve Arap Yarımadasından tanınmış birçok şair ve yazar Edirne ve Bursa’ya gelerek yerleşti.
Döneminde birçok eserin yapılmasına öncülük ettiği için Ebü’l-Hayrat diye anıldı.
Örnek:Bursa Muradiye Cami ve Edirne Muradiye Camii.
Sultan İkinci Murad, Ankara civarında Basıkhisar nahiyesinin yakınında yaptırdığı büyük köprünün geçiş ücretini Mekke ve Medine’deki yoksullara gönderilmek üzere vakfetmiştir.. 
Yine her yıl Surre-i Hümayun denen özel memurlar ve hacılardan meydana gelen bir alayı Kâbe’ye göndererek, mukaddes yerlerin bakım ve tamirini yaptırmıştır.
Şair Sultanlar
İyi bir eğitimden geçen Osmanlı şehzadeleri ve sultanları, müziğe ve şiire de  ilgi göstermişlerdir.

Fatih Sultan Mehmet, güzel sanatların çeşitli dallarıyla ilgilendi. Özellikle şiire  büyük önem vermiş olup  Avnî mahlasıyla şiirler yazdı.

II. Bayezid, büyük bir âlim ve sanatkâr olup  Çağatay Türkçesini ve Uygur Alfabesini de bilen bir padişah olup Adlî mahlasıyla şiirler yazmış ve bir “Divân” tertip etmiştir.

Yavuz Sultan Selim, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen ve bir Farsça divan tertip edecek derecede şiirler yazabilen şiirlerinde Selimi mahlasını kullanan büyük bir şairdi. 

Osmanlı padişahları arasında en çok şiir yazan Muhibbî mahlasını  kullanan  Kanuni Sultan Süleyman olup iki  divan yazmıştır.



Helallerde Genişlik

                                      “Eşyada aslolan mübah olmasıdır.”

Yüce Allah’ın emrettiği şeyler iyi ve güzel, yasakladığı şeyler de kötü ve çirkindir.
Dinimizce yapılması serbest bırakılmış hususlara helal, yapılması yasaklanmış olanlara haram, yapılması sevap veya günah olmayanlara ise mübah  denir. Helaller ve haramlar; yeme, içme, giyim, kuşam ve kazanç gibi hayatın tüm alanlarını kapsar. Ancak dinimizde helal alanı, haram alanından daha geniştir. Örneğin, Allah’ın (c.c.) insanlara  bahşettiği birçok içecek helalken, sadece alkollü içecekler haram kılınmıştır. Yine yaratılan  pek çok yiyecek helalken, domuz eti, leş ve kanı akmadan ölmüş hayvan eti gibi belli başlı birkaç  yasak söz konusudur.
Normal şartlarda haram kılınmış fiiller dahi zaruret durumlarında, zaruret miktarı kadar   ve geçici olarak mübah olabilmektedir.
Giyim-kuşam konusunda ise temiz ve israfa kaçmadan giyinmek gibi genel kurallar konularak Kur’an-ı Kerim ve Onun yaşamış örneği olan Resulünün açık emirlerine  aykırı olmadığı müddetçe insanların kültürel, coğrafi ve milli  özelliklerinin gerektirdiği giyinme biçimlerine müdahale edilmemiştir.
Dinimizde kumar,şans oyunları ve canlılara zarar veren oyun ve eğlenceler dışındaki bütün eğlence etkinlikleri helal bırakılmıştır.
                                              “Helal dairesi keyfe kâfidir.”

İslam Dinî Temel Kavramlar 1

Sahabî(çoğulu:sahabe=ashâb):sözlükte, arkadaş, dost, ahbab demektir.Sahâbî, Hazreti Peygambere mü'min olarak mülâki olan ve müslüman olarak ölen kimsedir. (mülâki olmak; Hz. Peygamberi görmek, onunla konuşmak, sohbet etmek, beraber yürümek demektir ki, çocukları ve gözleri görmeyenleri de içine alır) Bu anlamda ‘nin üzerinde sahabi vardır. 
En Son Vefat Eden Sahâbîler; Mahmûd b. Rebî‘ 99/717, Enes b. Mâlik 93/712 ve Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile ‘dir 110 /728. Sahabe ansiklopedileri: 1-İbn Abdilber, el-İstîâb, 2-İbnü’l-Esîr, Üsdü’l- ġābe 3-İbn Hacer, el-İsâbe,Tâbiîn(çoğulu, Tâbiûn): Sahabe ile mülakî olanlar/karşılaşanlardır. Yani tâbiî, Hz. Peygambere yetişememiş ve O’nu görenleri görmüştür.Tebeu’t-tâbiîn(etbe’u’t-tâbiîn): Tâbiûn ile mülakî olanlar/karşılaşanlardır. Yani bunlar, sahabeye yetişememiş ve onları görenleri görmüştür.Sahabenin tamamının âdil olduğu hususunda ümmetin icmaı( fikir birliği) vardır. Fakat sahabeden sonrakiler adil olabilir de olmayabilir de.

Eti Yenmesi Haram Olan Hayvanlar

Allah insana, istifadesine sunduğu hayvanlardan nasıl yararlanması gerektiğini de öğretmiş ve "temiz" olanların etinden yemeyi helâl kılmıştır. Ancak, yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerîm'de bildirdiğinin dışında Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah'ın kendisine bildirmesiyle bazı hayvanların etinin yenilemeyeceğini müslümanlara öğretmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de;
"Size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat istek göstermeksizin ve ölçüyü aşmaksızın başı darda kalan kimse üzerine günâh yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve rahmet sahibidir" (el-Bakara 2/173); ve "...Bir de henüz canı üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış veya canavar tarafından parçalanmış hayvanlar..." (el-Maide 5/3) ayet-i kerimelerinde geçen yenilmesi haram olan şeyler dört oruçtan ibarettir:
1) Ölü hayvan eti: Boğazlanmadan veya av aletlerinden biriyle avlanmadan ölen hayvanların eti yenilmez. Kendiliğinden ölmenin değişik yolları vardır. Hastalık nedeniyle, zehirlenme, boğulma, bir darbeyle vurulma, yuvarlanma, bir başka hayvan tarafından boynuzlanma veya parçalanma sonucu ölen hayvan kendiliğinden ölmüş olur. Bu tür ölen hayvanın eti haram olduğu halde, domuz hariç bunların deri, kemik, kıl ve boynuz gibi kısımlarını kullanmak helâldir.
2) Kan: Kan içmek veya kurumuş olanını yemek haramdır. Ancak insanın dişi kanayıp da tükrükle birlikte isteği ve kontrolü dışında yutulan kan nedeniyle bir sorumluluk yoktur. Diğer bir istisna da kesilmiş hayvanların etlerinin arasında kalan az miktarda kan kalıntısını etle birlikte yemenin de günâhı yoktur. Başka birinden alınarak hastayadamardan kan vermek de helâldir.
3) Domuz eti: Domuzun eti yenmediği gibi derisi, kılı gibi hiçbir uzvundan yararlanılamaz, haramdır.
4) Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar: Bir hayvanın etinin helâl olabilmesi için boğazlamadan veya ava ateş etmeden önce "Bismillâh" Eti yenmeyen hayvanlardan kertenkele veya "Bismillâhi Allahu Ekber" diye besmele çekmek gerekir. Ama Allah, unutarak işlenen hatalardan insanı sorumlu tutmayacağı için bile bile olmadığı sürece besmele çekme unutulursa da o hayvanın eti yenilir. Ama kasden çekilmezse o kesilen hayvanın etini yemek haramdır.
Bir kişinin, bir büyüğün şerefine veya bir şahsı karşılamak üzere onun önünde kesilen bir hayvanın (kurbanın) besmele çekilse dahi eti haramdır. Her ne kadar "Bismillah" denmişse de Allah'ın adının yanında kendi adına veya şerefine kesilen kişiye adandığı içip kesime şirk karıştırılmış olur. Çünkü hayvan Allah'a değil o kişiye kurban edilmiştir ve kesinlikle haramdır. "Üzerlerine Allah'ın adı anılmadan yemeyin; Çünkü bu muhakkak ki fısktır." (el- En'âm, 6/121).
"O peygamber onlara temiz şeylerin helâl, pis şeyleri de haram kılar " (el-A'râf, 157) ayet-i kerimesi ile Hz. Peygamber (s.a.s.)e verilen "pis şeyleri haram kılma" yetkisi sonucunda Kur'an-ı Kerîm'de adı geçmeyen diğer eti yenmeyen hayvanlar da şunlardır:
I) Ayet-i kerimede geçen "pis" diye vasıflanabilecek tüm hayvanlar: Burada geçen "pis" olma vasfı insana zararlı olabilecek şekilde zararlı şeylerle beslenen hayvanları içine aldığı gibi tabiatı gereği insanın iğrendiği tüm hayvanları da içine alır. Yılan, fare, kaplumbağa, köstebek, kirpi, solucan, sinek gibi hayvanlar bu gruba girer.
2)Akar kanı olmayan böcekler: Çekirge dışındaki böcekler.
3) Pençesiyle avlanan yırtıcı hayvan ve yırtıcı kuşlar: Hanefi fıkhına göre "siba (yırtıcı hayvanlar)" kelimesi et yiyenler şeklinde kabul edilmiş ve bu gruba giren tüm etçil hayvanların eti haram sayılmıştır. (Aslan, kaplan, kurt, ayı, tilki, çakal, fil, gelincik, sansar, samur, sincap, maymun, köpek, kedi vs.) Şâfiîler ise bu kelimeye "insanlara saldıran ve parçalayan" anlamını verdikleri için tilki ve çakalı bunların dışında değerlendirip etlerini helâl kabul etmişlerdir. Mâlikilerde ise bu tür hayvanları yemek haram değil mekruhtur.
Yırtıcı kuşlar hakkındaki görüşler ise, Hanefilerde akbaba ve karga mekruh görülürken Malikilere göre tüm yırtıcı kuşlar mekruhtur. Şâfiîler ise zararı dokunup dokunmadığını ölçü almakta ve zararı dokunanlârı mekruh görmektedir.
Mezheplerin tümünün dayandığı delil ise şu hadis-i şeriftir: "Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın ve pençesiyle avlanan her kuşun yenilmesi yasaktır"(Müslim, Sayd, 15, 16; Ebû Dâvûd, Atime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11).
4) At, eşek ve katır: Eşek ve katırın yenmesi bütün mezheplerde haramdır. "Câbir'den şöyle rivâyet edilir. Resulullah (s.a.s.) Hayber gazasında eşek etini yasak etti, at etini yemeye izin verdi" (Buhâri, Zebâih, 28; Mey'azi, 38, Nikâh, 21; Müslim, Nikâh, 30; Sayd, 23, 25, 30, 37). Bu hadis-i şerifi ölçü alan Ebû Yûsuf, İmam Muhammed gibi Hanefi imamlar, Ahmed b. Hanbel ve İslâm hukukçularının çoğunluğu at etini helâl kabul ederken; Ebû Hanife, tenzihen mekruh (helâle yakın mekruh) hükmünü vermiştir. İmam Mâlik ise, "Resulullah at, katır, eşek etini ve azı dişi bulunan her yırtıcı hayvanın etini yasak etti " (Ahmed b. Hanbel, I, 147, 244, 289; IV, 89, 90, 127) hadisini esas alarak at etini haram saymıştır. Ebû Hanife ve İmam Mâlik'in at etini helâl kabul etmeyişlerine diğer bir delilleri de; "O, atı, katırı ve eşeği bunlara binmeniz ve süs için yarattı" (en-Nahl, 16/8) ayet-i kerimesidir.
5) Suda yaşayan hayvanlar: Hanefilere göre suda yaşayan hayvanlardan yalnız balık helâl, kurbağa dahil diğer tüm deniz hayvanları haramdır. Mâlikîlere göre deniz domuzu hariç bütün deniz hayvanları helâldir. Şafiîlerde ise deniz hayvanlarından tabiatları gereği pis olanlar haram, temiz olanlar helâldir.
Hastalık sonucu kendiliğinden veya zehirlenerek ölen deniz hayvanları yenmez. Bunun dışında taş, sopa gibi maddelerle darbe sonucu veya havasız, susuz kalma neticesinde ölenler helâldir. Kara hayvanlarında kanın akıtılması şart olduğu halde su hayvanlarında boğazlama veya yaralama gibi bir kan akıtma şartı aranmaz.
"...Fakat, istek göstermeksizin ve ölçüyü aşmaksızın başı darda kalan kimse üzerine (yenmesi haram olan şeyleri yemesinde) günâh yoktur. şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve rahmet sahibidir " (el-Bakara, 2/173).

İlmi Hayatın Gelişimi ve Dünyadaki Etkileri

1. Kur’an-ı Kerim’in Cem ve Çoğaltılması
Kur’an’ın sözlük anlamı “okuma, ezberden okuma, bir şeyi yüklenme”dir.
Kur'an-ı Kerim'in indirildiği  yerdeki toplum olan cahiliye Arap toplumunda edebîyat söz sanatları oldukça ileri seviyedeydi. Bu ortamda indirilen Kur’an-ı Kerim, mesajı mevcut söz sanatlarının tüm inceliklerini içinde barındırır şekilde indirilmiştir. Bu özellik metnin hafızada tutulması yoluyla muhafazasını da kolaylaştırmıştır
Hz. Muhammed (s.a.v.) de ilk vahyin inişinden, son vahye kadar Kur’an’ın tüm bölümlerini, 23 yıl boyunca sahabeden seçilen özel görevlilere (42 adet vahiy katibi) kaydettirmişti.
Her yıl Ramazan ayında o ana kadar inmiş olan tüm bölümleri Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Cebrail’e ezberinden okuyor, bu esnada sahabiler de ellerindeki kopyaları onun okuyuşuyla karşılaştırıyorlardı.
Peygamberimiz (s.a.v.) hayatının son yıllarında aynı zamanda iyi bir hafız olan vahiy kâtibi Zeyd b. Sabit’i (ra.) Kur’an metinlerinin yazım ve tasnifiyle görevlendirmişti. Halife Hz. Ebubekir (r.a.) de Zeyd b. Sabit’ten (ra.) her bir bölümün ikişer nüshasının karşılaştırmalı kontrolünü yaparak “Mushaf” adıyla toplamasını istedi. Zira “Kurra” ve “Hameletu’l-Kur’an” adı verilen hafızların savaşlarda şehit olması ve tahrifat endişesi gibi sebepler tek bir yazılı metnin hazırlanması zaruretini doğurmuştu.Böylece Kur'an-ı Kerim, Mushaf yani iki kapak arasındaki yazılı kitap şekline getirilmiş oldu. Bu ilk nüsha, Hz. Ebu Bekir'den sonra Hz.Ömer'e ondan da kızı Hz.Hafsa'ya emanet olarak geçti. Hz.Hafsa onu korudu.Hz.Osman döneminde yeni müslüman olan yerlerde çeşitli ağızlar ortaya çıkması , yeniden Kur'an-ı Kerim'in tahrif edilebileceği endişesini  ortaya çıkardı. Hz.Osman , bunun üzerine Hz. Hafsa'daki Kur'an-ı Kerim'i getirtti ve çoğaltarak önemli İslam merkezlerine gönderdi.

Okuma Parçası Kur'an-ı Kerim'in Yazılışı ve Kitap Haline Getirilmesi

Peygamber Efendimiz (asm) bir çok hadislerinde, kendinden sonra. özellikle dört halifeye ve genel olarak da sahabelerine uymayı emreder. Eğer Peygamber Efendimiz (asm) her konuda vasiyet etseydi, o zaman yeni olaylar karşısında "vasiyet olmadığı için yapamayız" gibi düşüncelerle çözümler üretilemezdi. Bu nedenle Halifelik ve Kur'an'ın toplanması gibi önemli konularda bile vasiyet edilmemiştir. Böyle çok önemli konularda bile ashabın çözüm yollarına uyulması, diğer konularda onların örnek alınacağına ayrıca bir delil olabilmiştir. Diğer taraftan bu ve buna benzer konularda ashabın çözüm yolu bulması, bundan sonra meydana gelecek olaylarda nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği de gösterilmiş olmaktadır.
O (asm), insanlığı kurtuluşa çağıran, karanlık dünyada yolları aydınlatan bir ziya ve nur mesabesinde idi. Bu görev için seçilerek ilahi bir terbiyeden geçmiş ve nihayet, kemal döneminde görevlerin en yücesi ile vazifelendirilmişti. Resulullah, görevinde son derece titizdi. Vahyi telakki ederken ve de sonraki davranışları bunu ortaya koyar. Mesela O (asm), vahiy hali vuku bulduğunda, bildirileni çabuk ezberleyip kalbine yerleştirmek için dilini hareket ettiriyor.(Kıyamet, 75/16) Gelen vahiyleri özel katiplerine kaydettiriyordu.
Kur’an-ı Kerim kırk iki vahiy katibi tarafından yazılmıştır. En meşhurları Mekke'de Abdullah b. Sa'd, Medine'de ise Übey ibni Kab'dır. Kur’an ayetleri kağıt, bez, deri parçaları, taş, tuğla, kürek kemikleri üzerine yazılmıştır. Her Ramazan ayında nazil olan vahiy pasajlarını (Kur'an-ı Kerim'i) baştan sona Cebrail (as)'e arz ediyordu. Karışıklığı önlemek için de gelen vahyin nereye konulacağını belirtiyordu. Peygamber Efendimiz (asm) hayatta olduğu sürece vahiy devam ettiğinden, Kur’an metni, iki kap arasında mushaf haline getirilemezdi. Böyle yapılmış olsaydı sık sık değişiklik yapmak, araya girecek birkaç ayeti yerleştirmek için, ikide bir çok sayıda yazılmış metni imha etmek mecburiyeti hasıl olacaktı. Diğer taraftan Kur’an metni birçok hafız tarafından ezberlenip devamlı surette okunuyor ve ashabın bir kısmının nezdinde yazılı nüshalar da bulunuyordu. Üstelik Hz. Peygamber (asm) gibi bir teminat mercii vardı. Bu yüzden metnin muhafazası konusunda endişeye sebep yoktu.
Ayrıca El-Hakim (Ö 405-1014) Müstedrek’inde “Kur’an metninin biraraya getirilmesi üç defa yapılıp, birincisi Resulullah’ın huzurunda olmuştur.” dedikten sonra, bu hükmüne esas teşkil eden şu hadisi, Zeyd İbn Sabit’den (Buhari ve Müslim’in rivayet şartlarını taşıyan bir senedle) nakleder. Zeyd diyor ki: “Biz, Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an’ı birtakım parçalardan telif ediyorduk (topluyorduk).” Beyhaki bu hadis hakkında: “Kanaatimce bundan maksad, birkaç ayrı defada indirilen ayet gruplarını, Hz.Peygamber’in nezaretinde sureler halinde derlemektir.”demektedir.
Şu halde vahyi tamamlanan sureleri Peygamberimiz (asm), mevcut en uygun malzemeye, birtakım sahifeler halinde temize çektirip muhafaza ediyordu. Peygamberimizin (asm) hayatında birçok sahabi Kur’an’ı hem hafızalarında hem de sahifelerinde toplamış bulunuyorlardı. O’nun ahirete irtihali üzerine Hz.Ali (ra) derhal evine kapanmış, “Kur’an’ı cemetmedikçe cuma namazına çıkmak hariç, ridamı giymemeye yemin ettim.” diyerek, sözünü yerine getirmiş, Kur’an’ı cemetmedikçe Hz. Ebu Bekir’e biat etmemişti.
KUR’AN’IN MUSHAF HALİNE GETİRİLMESİ:
Hz. Peygamber (asm)’in vefatından sonra ilahi rehber Kur’an metninin, ümmetin icmaından geçmek suretiyle, tek kelimesinden şüphe edilmeyecek tarzda; kıyamete kadar hiç kimsenin itiraz edemeyeceği tarzda toplanması gerekmişti. Zeyd İbn Sabit (ra) diyor ki:
“Yemame savaşında ashabın öldürülmesini müteakib, Hz. Ebu Bekir (ra) beni çağırttı. Yanına vardım. Hz.Ömer de orada idi. Ebu Bekir bana dedi ki:
'Ömer bana gelip dedi ki:
'Yemame ‘de Kur’an hafızları çok zayiat verdi. Bu gibi vakalarda hafızların ölmeleriyle Kur’an’ın birçoğunun zayi olmasından endişe ederim. Bana kalırsa Kur’an’ın cem edilmesi için bir emir çıkarman gerekir.'
Ben de Ömer’e şöyle cevap verdim:
“Resulullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yapabilirsin?”,
Ömer:
“Vallahi bu hayırlı bir teşebbüstür." dedi.
Sonra bu iş üzerinde o kadar durdu ki, bana söyleye söyleye neticede Allah kalbime bu işi yatırdı, ben de onun görüşünü benimsedim.”
Zeyd devamla diyor ki: “Ebu Bekir bana dönüp şöyle dedi:
“Sen genç, dinç, zeki bir adamsın. Kimse ittiham edemez. Zaten Resulullah’ın da vahiy katibi idin. Kur’an metnini topla.”
Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur’an’ı toplama mes’uliyeti kadar bana ağır gelmezdi. Neticede Kur’an’ı hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım.” (Buhari)
Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre, Hz. Ebu Bekir (ra), Zeyd’e asla hafızasına güvenmemesini, her ayet için iki delil olmak üzere, iki şahıstan yazılı nüsha aramasını emretti. Bu iş için Zeyd, Hz.Ömer (ra)’in yardımını şart koşmuş, O da ciddi bir şekilde kendisine yardım etmiştir. Zeyd bizzat kendisi iyi bir hafız olduğu halde, kendisi gibi başka hafızlarla da yetinmeyip, her ayet hakkında mukabele görmüş iki yazılı şahid aramak gibi son derece titiz ve ilmi bir usul takib etmiştir. Bu şekilde Hz.Ebu Bekir (ra) devrinde biraraya getirilen sahifelere “el- Mushaf” denilmiştir.
HAFIZ SAYISI:
 Buhari’nin Es-Sahih’inde rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (asm) henüz hayatta iken meydana gelen ‘Bi’ru Maune’ olayında şehid olan ‘kurra’nın sayısı yetmiş kadardır. Hz. Peygamber (asm)'in vefatını takip eden yıl içinde meydana gelen dinden dönme olayları üzerine yapılan savaşlarda, Yemame’de şehid olan ‘kurra ve huffaz’ın sayısı da bazı alimlere göre 450-500 kadar bazılarına göre ise 700 kadardır.
Bir başka önemli nokta da Hz. Peygamber (asm) hayatta iken vahyin henüz son bulmamış olmasıdır. En son nazil olan birkaç sure veya ayet, bazı kimseler tarafından bilinmeyebilir. Hamidullah’a göre Peygamberimiz (asm) vefat ettiğinde 3.000 kişi Kur'an’ı ezbere biliyordu. Zeyd B. Sabit (ra)’in yazmış olduğu Kur'an ile Hz. Muhammed’e (sav) indirilen Kur'an arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü, Kur'an’ı herkes ezberliyor, ayrıca ezberlediklerini yazılı vesikalarla te’yid ediyorlardı. Her gün namazda okunan ve ona göre amel edilen şey nasıl unutulabilir? Kur'an ayetleri öyle ahenkli iniyordu ki, herkesin kolayca ezberleyebileceği kadar azar azar iniyordu
SON SÖZ
"Kur´ânı biz indirdik, biz. Onun koruyucuları da, şübhesiz ki, biziz."
                                 Hicr Suresi,9 .Ayet Meali

Kur'an ve Sünnette İlim

  İlim, hem cehalet hem de zan kavramlarının zıddı olarak hayata dair yol gösterici birikim elde etme üzerine temellendirilmiştir. Kur’an’a göre Allah (c.c.) görünen ve görünmeyen herşeyin bilgisine sahiptir. 
    İslamiyet bir ilim dini, onun meydana getirdiği medeniyet de her şeyden önce bir ilim medeniyeti olarak şekillenmiştir. Varlıkların olduğu gibi bilginin de engin bir deniz olarak yegâne sahibinin ve kaynağının Allah (c.c.) olduğu gerçeği, Kur’an’da birçok kez vurgulanmaktadır.
         Yunus suresi 5. ayette “O, güneşi bir ışık (kaynağı),ayı da (geceleyin) bir aydınlık kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller takdir edendir. Allah bunları (boş yere değil) ancak gerçek ile (hikmeti gereğince) yaratmıştır. O, ayetlerini bilen bir topluma ayrı ayrı açıklamaktadır.” buyurmaktadır
      Kesinliğe ulaşmamış bir bilgi,İslam dininde değerli ve geçerli değildir. Nitekim,Yunus suresi 36. ayette : “Zan ise şüphesiz ki Hak karşısında hiçbir şey ifade etmez.” buyurur Cenab-ı Hak.
       Peygamber (s.a.v.) ve Kur’an’ın ilk muhatapları, okuma ve yazma başta olmak üzere tüm ilmi faaliyetin yaygınlaşması için önemli çaba harcamışlardır. 
    Delil ve gerekçe:Hz. Peygamber (s.a.v.) “ilim öğrenmek, her Müslümana farzdır.”
   [ Kaynak:İbn Mace, Mukaddime, 17. ] buyurmuştur. Zira imanın uygulaması olan ibadetlerin yerine getirilmesi için de coğrafya, astronomi, matematik gibi temel ilimlere ihtiyaç vardır
     Uygulama:Bedir Savaşı’nda esir alınan Mekkeli müşriklerin on Müslümana okuma-yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakma kararı.