II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’nın kültürel yaşamı; politik liberalizm, kitle iletişiminde özellikle de televizyonda gerçekleşen büyük ilerleme ve Amerika’dan yapılan sarsıcı boyutlardaki ithalatla belirlendi. Yaşanan etki geleneksel sınırlamaların gevşemesiyle bir dereceye kadar ulusal özelliklerin çözülüşü olarak görüldü.
Sinema
II. Dünya Savaşı 7. sanat olarak gelişen sinemada birçok değişikliğe yol açtı. ABD ve Avrupa’da başlayan savaş karşıtı hareketler sinemada kendini hissettirdi. Sinemada asıl önemli değişim ile oldu. Bu durum özellikle ulusal bilincin uyandığı, bağımsızlığını kazanan ülkelerde ulusal okulların ortaya çıkışı ile gerçekleşti. İtalya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’da ulusal filmler çekilip seyircilere sunuldu.
1950’lerden sonra Asya ve Latin Amerika sinemaları doğdu. Keisuke Kinoshita ve Akira Kurosawa’nın öncülüğünde Japon sinemasında büyük gelişmeler görüldü (“Rashomon”, “Hiroşima Çocukları”). Hint, Çin ve Türk sinemalarında da gelişmeler yaşandı. Latin Amerika’da Meksika sineması ön plana çıktı. Arjantin ve Brezilya sinemaları da gelişim gösterdi. Elindeki geniş imkânlara rağmen Hollywood sinemasında sanatsal açıdan düşüş yaşandı. Soğuk savaşın etkisiylle bazı yönetmenler ABD'den sürgün edildi.Charlie Chaplin, “Şehir Işıkları”nı (1952) Avrupa’da çekmek zorunda kaldı. Holywood 1908’den beri elinde tuttuğu film sayısındaki üstünlüğü Japon, Hint ve Çin sinemalarına kaptırdı. Bu ülkeleri İtalyan ve Fransız sinemaları takip etti. İspanyol Bardem “Hoş Geldin Bay Marshall”, Rus Bondarçuk “Leylekler Geçerken” gibi önde gelen yönetmenlerin yanında, İsveçli İngmar Bergman sinemanın en güçlü ve özgün isimlerinden oldu.
İlerleyen yıllarda sinema için konu zenginliği oluşturan II. Dünya Savaşı, özellikle Hollywood tarafından ele alındı. Hollywood, ABD askerlerinin savaşta yaşadıklarını anlatan filmleri ardı ardına vizyona soktu. Sanatsal anlamda düşüş yaşayan Holywood filmleri, dans müzikleri ve popüler giyim alanında Amerikan etkisini hemen hemen her alanda hissettirdi. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan çıkarımlar, önemli harekâtlar ve cepheler filmlere konu oldu.
Edebiyat
Fransa’da günün edebiyatı, sadece savaşın çetin yıllarına bir tepkiden değil bütün insanlık durumunu sorun hâline getirmekten doğdu. “Sorun toplumda değil insandadır.” anlayışı kabul gördü. Jean Paul Sartre “Özgürlük Yolları” adlı eserinde o güne değin bağlı olduğu bireysel bilinç görüşünü terk ederek romanesk bir biçim altında, kendi çağdaş tarih anlayışını sergiledi. Albert Camus ise insanlara savaş sonrası yeni bir etik değer vermeyi denedi.
Savaş sonrası İtalya’da, esin kaynağı Mussolini döneminin eleştirisi olan bir edebiyat gelişti. Edebi eserlerde, rejime yönelik sert eleştiriler ve ülkenin içinde bulunduğu durum gerçekçi bir biçimde yer aldı. Edebiyatta sosyal sorunlar da yer buldu. Sosyal gerçekçilik Carlo Levi’nin (İsa Bu Köye Uğramadı) , “Simplon Frejus’te Göz Kırpıyor”, 1950)] romanlarında işlendi.
Savaş sonrası İngiltere, iki savaş arası döneme göre oldukça donuk bir kuşak ve doğacı bir geleneğin Graham Greene içinde kaldı. George Orwell ve Angus Wilson’la roman, Victoria çağı romanının klasik geleneğine bağlılığını sürdürdü. T. S. Eliott ve John Whiting gibi yazarlar ve romancı Lawrence Durrell ile Justine Balthazar klasik geleneğin dışında kaldı.
Almanya’da savaş ve savaş sonrası tanıklıklar, bir yıkıntılar edebiyatı ortaya çıkardı. Hermann Hesse dışında, eski kuşaktan kimi yazarlar da bu edebiyata katıldı. Erich Maria Remarque “Umut Adası”, Ernst Erich Noth “Çıplak Geçmiş”iyle bu edebiyata katılan yazarlardandır.
Sanat
II. Dünya Savaşı sonrası sanat alanında eğilim modernizmin parçalayıcı yaklaşımlarının aleyhine döndü. Eski ile yeninin postmodern (modern ötesi) birleşimine zemin oluştu. Salzburg, Beyrut ya da Edinburg gibi festivallerde ulusal sınırlar aşıldı.
Paris, genç sanatçıların tek akım merkezi olma özelliğini kaybetti. ABD’nin yeni gücü bu alanda da kendini gösterdi. New York, Paris için kullanılan Batı sanatının başkenti unvanını aldı. New York’taki Modern Sanat Müzesi büyük sergiler noktasında Paris’teki Louvre Müzesi ile yarıştı. Bunun yanında fikir ve sanat yaşamı da ufkunu alabildiğince genişletti. İskandinav ülkeleri, Uzak Doğu ve Güney Amerika kültürel etkinliklerden paylarını alırken yalnız geleneksel Batı’nın sanat ve edebiyatına ilgi duymakla kalmadılar aynı zamanda kendi katkılarını da sundular. Buna karşı Fransa ile ABD de kendilerini yenilemek ya da araştırma alanlarını genişletmek amacıyla Uzak Doğu’dan teknik ve kurallar alarak dünya çapında bir sanat dili ortaya koydular.
Sanat türleri her türlü edebî kaygıdan uzaklaşarak kendi dilini aradı. Dışavurumculuk (ekspresyonizm) etkisini kaybederken soyut sanatta gelişmeler yaşandı.
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde sanatsal arayışlar olabildiğince genişledi ve çağdaş sanayinin sunduğu yeni malzemeler ile sanatın gelişme hızı arttı. Bu durum kendisini özellikle heykel sanatında gösterirken plastik; demir, taş ve çimento ile yarışır hâle geldi.
Plastik sanatlarda, sanatçılar kendi alanlarının dışındaki sanat dallarıyla da ilgilendiler. Bir mimar aynı zamanda ressam veya heykeltıraş olabildi (Macar E. Beothy , İspanyol Eduardo Chillida ). Sanatçının kendini verdiği alanların çeşitliliği; yalnız sorunların iç içe oluşunu, sanatçıları canlandıran araştırma ruhunu göstermekle kalmadı, onların eserleriyle insanın mekân ve konutla nasıl bütünleştiğini de gösterdi. Bütün bu eğilimler, gerçekçi bir tepkiye de yol açtı. Jean Rene Bazaine , “Bugünün Resmi Üstüne Notlar”da her resmin nesneyi kopya etmediği ve soyut olduğundan hareketle sanatçının kendini sınırlamasının bir nedeni olmayacağını ifade etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder