Dersimiz Tarih

8 Nisan 2019 Pazartesi

İslam Ahlakının Gayesi ve Konusu

Ahlak, kavram olarak  insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikler, huylar ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünüdür
İslam dininde ahlak,İslam dini ilkelerinin hayata dönüşmesidir.
Ahlak kavramı genel anlamda iyi ve kötü huyları, fazilet ve reziletleri ifade etmek üzere kullanılır. Özelde ise iyi huylar ve faziletli davranışlar hüsnü’l-huluk (güzel huylar/ahlak); kötü huylar ve fena hareketler ise sûü’l-huluk (kötü huylar/ahlak), terimleriyle ifade edilir. Ayrıca ahlakla ilişkili olarak yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına edep veya âdâb da denilmiştir. İslami literatürde edep terimi ilk dönemlerden itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılmıştır. Ahlak ise tutum ve davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhi ve manevi melekelerle, insanın ruhi olgunluğunu sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade eder.
“İslam ahlakı” terimi, Allah’ın (c.c.) birliğini esas alarak Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu prensiplere göre yaşamayı ifade eder. Bu yönüyle İslam ahlakı, takvayı temel alarak ferdî ve sosyal alanlarda İslam’ın öğretilerini, Peygamberimizin tebliğ ettiği ve yaşadığı şekilde uygulamaya çalışmanın adıdır. Kısaca İslam ahlakı insanın Rabbiyle, diğer insanlarla ve bütün varlıklarla kurduğu ilişkilerde tutum ve davranışlarını düzenler.
İslam ahlakı, insanın yaratılışına uygun bir hayat sürmesini hedefler. Çünkü insan ahsen-i takvim üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de,Kalem suresi, 4. ayette Peygamberimize hitaben “Sen elbette yüce bir ahlaka sahipsin.” buyurulurken; Ahzâb suresi, 21. ayette insanlara hitaben de “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” buyurulmuştur. Ayrıca Hz.  Aişe (r.a.), kendisine Peygamberimizin ahlakını soran bir sahabiye “Onun ahlakı Kur’an’dı( Müslim, Müsafirîn,139)
cevap vermiştir. Bu yönüyle İslam ahlakı, Kuran-ı Kerim’i ve Kur’an-ı Kerim’in en güzel uygulayıcısı Peygamberimizin sünnetini insanın düşünce ve davranışlarının merkezine almasını gerektirir. 
İslam ahlakı, insan davranışlarını güzelleştirmeyi, insanı doğruya ve iyiye yönlendirmeyi amaçlar. İnsanın kötülüklerden kaçınıp, iyiliklere yönelmesi bir meleke haline geldiğinde bu özellik artık o kimse için bir karaktere dönüşür.
İslam ahlakı takva, hikmet, adalet, iffet gibi temel faziletler yoluyla insanları hem bu dünyada hem de ebedi hayatta saadete ulaştırmayı hedefler.
Sonuç olarak ahlak, ancak Allah’ın (c.c.)
emirleri doğrultusunda yönlendirildiği takdirde güzel ahlak olur. Ahlaki olarak iyi olan şeyler Allah’ın (c.c.) emrettikleri, kötü olan şeyler ise Allah’ın (c.c.) yasakladıklarıdır.

1 Nisan 2019 Pazartesi

Hukuk ile Ahlak İlişkisi

Hukuk,terim olarak bireyin davranışlarını  ve toplumu düzenleyen gelenek, görenek, töre ve inanç gibi çeşitli kaynaklara dayanan ve yaptırım içeren kurallara denir. Ahlak ise bireyin fıtrat, huy, karakter gibi kişilik özelliklerinin tümünü kapsayan bir kavramdır.
Hukuk, toplumsal bir varlık olan insanın kendisine ve başkalarına zarar vermeksizin, toplum içerisinde insan olmanın gereğine göre yaşaması için sınırlar çizer.
 Hukuk, insanların ahlaki eylemlerde bulunmalarını vicdanlara bırakmayıp, herkesi toplum içerisinde yaşamanın gerekleri noktasında zorlar ve yaptırım uygular.
İslam hukuku, Allah’ın (c.c) emir ve yasaklarına uygun olarak bireysel ve toplumsal hayatı düzenlemeyi amaçlar. Kişiyi dünya ve ahiret hayatında iyiye, güzele ve doğruya ulaştırmayı hedefler. Ahlak ise bu hedeflere ulaşmayı öngörür.
Dinimizin emirleri, yapan ve buna muhatap olan kişiye iyilik ve güzellik sağlar; yasakları ise kötülükten ve çirkinlikten korunmayı sağlar.

Kapitülasyonlar


İlk defa 1352 yılında Cenevizlilere verilen Kapitülasyonlar, yabancı ülke tüccarına Osmanlı topraklarında ticaret yapma hakkı veriyordu. Ancak Osmanlı Devleti ticaret imtiyazlarını siyasi ve diplomatik menfaatleri çerçevesinde kullanarak ittifak yapacağı devletlere vermişti.
İlk Fransız Kapitülasyonu, Kıbrıs seferi öncesinde 1569 yılında verildi. Katolik dünyasına ve Papa ambargosuna karşı ittifak sağlamak için Protestan olan İngiltere’ye 1580′de, Hollanda’ya   1612′de Kapitülasyonlar verildi. 




26 Mart 2019 Salı

İslam Hukukunun Kaynakları

Hukukta bir hüküm vermek için delil gereklidir. Yani hâkimin hükme nasıl ulaştığını gösteren meşru bir dayanağının olması gerekir. Bu delilin de bir kaynağı olmalıdır. İslam hukukunun
dayandığı kaynaklara edille-i şer’iyye denir
Edille-i Şer'iyye:
1.Kur’an-ı Kerim, bizzat Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını içerdiğinden, tabii olarak İslam hukukunun da temel kaynağı olmuştur.
2.Hz. Peygamberin söz, davranış ve onaylarını içeren sünneti
Kur'an-ı Kerim'den bu iki kaynağın delili şudur ki Nisâ suresi, 59. ayette “…Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete  gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. geçer.
3.İcma ;ümmetin  fikir birliği ettiği görüşler. Delili Kur'an-ı Kerim'deNisâ suresi, 115. ayet. :“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”
 Ve   Hz. Peygamberin İbn Mâce, Fiten, 8.de  yer alan bu hadisidir:“Ümmetim asla dalâlette birleşmez. Bundan dolayı (Müslümanlar arasında) ihtilâf gördüğünüzde çoğunluğa uyun.”
4.Kıyas; Kur’an, sünnet ve icmada doğrudan bir hüküm bulunmayan bir mesele hakkında; ilk üç kaynak doğrultusunda, mukayese (karşılaştırma ve benzetme) yöntemiyle akıl yürütülerek yeni bir hükme ulaşılmasıdır.Örneğin içkiye benzer uyuşturucu v.b. maddelerin de haram olduğu sonucuna (hükmüne) ulaşılması.

18 Mart 2019 Pazartesi

Kamu Yararının Gözetilmesi

Dinimiz dünya ve ahirette insanın mutluluğunu amaçlar. Bu mutluluğu gerçekleştirmek için kul hakkını gözetmek esastır. Toplum yararı anlamına gelen kamu yararını ihlal etmek kul hakkını zedeler.
Bireysel menfaat ile kamu menfaati çatıştığında, kişilerden kamu yararına göre hareket etmesi beklenir. Ancak bunu yaparken bireysel haklar da gözetilmelidir. 

Kamu yararı, toplumun faydasına bir durumu içermekle beraber; toplumun zararına olmayanı
da ifade eder.Örneğin kamu yararı düşünülerek inşa edilecek bir fabrikanın, o bölgeye sağlayacağı
istihdam ve üretimle ülkenin kalkınması amaçlanır. Bu faydalar elde edilirken çevreye zarar vermemek için gerekli tedbirlerin alınmasına da özen gösterilmelidir
x

12 Mart 2019 Salı

Suç ve Ceza Arasında Denge

Beşer, şaşar.İnsan , çeşitli etkenlere  bağlı olarak hata yapar.Bunun için bir suç; suçun niteliği, işleniş şartları ve sebepleri çerçevesinde   değerlendirilir.
Suçun niteliğini belirleyen bazı unsurlarvardır. Örneğin suç işleyen kişinin çocuk olması ile yetişkin olması; ruhsal sağlığının yerinde olması ile akli dengesinin bozuk olması gibidurumlar suçun karşılığı olan cezanın niteliğini değiştirir. Suç kabul edilen fiilin bir saldırı olması         ile bir müdafaanın gereği olması da yine suçun niteliğini belirleyen unsurlardandır. Suçtan doğan zararın boyutu da suç hakkında hüküm verirken önemlidir. Zararın boyutu, telafi edilebilirliği, bireysel veya kamusal boyutu suçun niteliğini etkiler. Örneğin bir suç, kamusal boyutta
bir zarara yol açmışsa cezası daha fazla olur. Yine suçu işleyen kişinin niyeti de suçun niteliğini belirlemek açısından göz önünde bulundurulması gereken hususlardandır. Kişinin, suçu kasıtlı olarak işlemesi ile dikkatsizlik veya  kontrolsüzlük sonucu gerçekleştirmesi, belirlenecek cezayı da değiştirecektir.

1453-1520 Osmanlı Siyasi Faaliyetleri



1453               İstanbul'un Fethi
1454               Sırbistan'ın alınması
1459               Amasra'nın alınması
1460              Mora'nın  alınması
1461              Sinop   ve  Trabzon'un  alınması
1462              Eflâk'ın  alınması
1463              Bosna   ve Hersek'in alınması
1463-1479     Venedik ile  mücadele
1473             Otlukbeli   Muharebesi
1474            Karamanoğlu Beyliği'ne  son verilmesi
1475             Kırım'ın Fethi
1476             Boğdan'ın  alınması
1479             Arnavutluk'un  alınması
1480            İtalya  Seferi
1481-1495  Cem Sultan Olayı
1492            İspanya'daki Yahudilerin Osmanlı ülkesine getirilmesi
1511            Şahkulu  İsyanı
1514           Çaldıran Muharebesi
1515          Turnadağ Muharebesi
1516           Mercidabık  Muharebesi
1517           Ridaniye  Muharebesi

6 Mart 2019 Çarşamba

İlmi Faaliyetlerin Diğer Medeniyetlere Etkileri

İslam kültür ve medeniyetinin  ilim faaliyetlerinin  ayırt edici özellikleri:
Evrensellik: Fetihlerin yardımıyla tüm dünyaya açılma sürecinde karşılıklı kültür etkileşimi ile gelişmiştir. İlmi faaliyetlere gelişime ve değişime açık olmak bakımından ön yargısız bir bakış açısı kazandırmıştır.
Metodik çalışma: Gerçeğe ulaşmak için izlenen yol olan müşahade (deney ve gözlem) ile teorinin birlikteliği ya da işteşliği yöntemi tarihte ilk kez ortaya konulmuştur.
Ahlaki tavır: Karşılıklı görüşlere saygı, kaynağını mutlaka belirtilerek iç ve dış tenkidin yapılması, varılan  kanaatin ayrıca belirtilmesi, ilmi güvenilirliği sağlayan yegane ölçüt olarak kazandırılmıştır.
Müslümanların dünya bilim tarihine etkilerini ve katkılarını şu dört başlıkta sınıflandırabiliriz:
1.İlmi birikimin korunup devamlılığının sağlanması.
2.İlimlerin her yönden gelişmesinin sağlanması.
3.İlimlerin yeryüzündeki coğrafi yayılımının sağlanması.
4.Yeni ilim dallarının ortaya konması. (örneğin trigonometri, cebir vb.)
İslam dünyasında 12. Yüzyıl ortalarından itibaren ilmi faaliyetleri ve birikimi  olumsuz yönde etkileyen iki gelişmeden  söz edilebilir: bunlardan ilki Moğol İstilası, ikincisi ise Endülüs’ün düşmesi yani Müslümanların elinden çıkması süreçleridir.
Müslümanların ürettikleri bilgi birikiminin dönüştürücü gücü, doğuda da batıda da kendisini göstermiştir. Örneğin ünlü seyyah İbn Battuta’nın er-Rıhle diye bilinen seyahatnamesinden; onun 14. yüzyılın ilk yarısında Moğol ülkeleri, Anadolu, Çin, Hint ve Endonezya’ya kadar o günün İslam ülkelerini de kapsayan bölgeleri gezdiği, gittiği her yerde İslam’ın medeni bir hayat biçimi tesis etmiş olduğu anlaşılmaktadır.
İslamın bilgi birikimi üç yoldan batıya geçmiştir:
İspanya (Endülüs)
İtalya (Sicilya üzerinden)
Bizans (İstanbul ve Trabzon üzerinden) .
İslam dünyası, Avrupa’da meydana gelen aydınlanma ve sanayileşme süreci etkisindeki son iki yüz
yıla gelinceye kadar din ve din dışı gibi bir algı ayrımı olmayan bütüncül bir dünya görüşüne sahip olmuştur. Bu bakımdan Müslümanların, ilmi temellendirmede vahye dayalı hakikatler ile deney ve gözleme  dayanan araştırma sonuçları arasında hiçbir çelişki ve ikilem yaşamamaları oldukça normal görülmelidir.
Tarih,medeniyetlerin pek çok iniş ve çıkışına şahittir. İslam medeniyetinin de yeniden yükselişi mümkündür . Bu yönde kayda değer çabaların olduğu da görülmektedir.

İlmi Araştırmalar ve Te’lif Faaliyetleri

İslamiyet’in ilk devrinden itibaren, ilmi çalışmalarda tedrici(aşamalı)  bir sistemleşme ile ilim merkezlerinin ve ilim kurumlarının ortaya çıkışı birlikte gerçekleşmiştir. Müslümanlar, varlık ve bilgi nazariyeleri(teorileri) ile geliştirdikleri “kozmoloji” sayesinde ilmin, çok boyutlu olarak insanlığa faydalı ve gerçek  hayata uyarlanabilir olmasına özen gösterdiler. İslam kültür ve medeniyetinde ilim, duyularla anlaşılabilen ahlaki yönünün yanı sıra, tarihi ve psikolojik boyutu ile gözlem ve tecrübeye dayanan yönleri bakımından ele alınarak insanı robotlaştırmayan, köleleştirmeyen, aksine gerçek özgürlüğe ulaşmasını  sağlayan bir niteliğe ulaştırılmıştır
Abbasi halifeleriyle birlikte başlayan İslam kültür ve medeniyetinde derinleşen ilmi çalışmalar döneminde  zamanının en muhteşem kenti Bağdat, entelektüel ve ilmi faaliyetlerin en önemli üssüne dönüşmüştü.  Beytü’l-Hikme, o dönemde ilmi faaliyetlerin merkezi olma konumuyla, gerek kütüphanesindeki  tercüme faaliyetlerinin hızı, gerekse El-Me’mun döneminde başlayan ilmi tartışmaların katkısı ile ilim   adamlarının yoğun mesaisine sahne oldu.
Felsefe bu dönemde bilimlerin bilimi olarak kabul edilmiş.Özellikle El-Kindi’den itibarenyetişen filozoflar, Farabi, İbn-i Sina, Gazzali ve İbn-i Rüşt’ün yaptıkları çalışmalar ve ortaya koydukları eserler, ilmi seviyenin geldiği noktayı göstermektedir.
Matematikte Hint rakamlarının yaygın olarak kullanılışının ve günümüzün dispanser eczacılığı olarak bilinen kimyasal eczacılığın ilk kaşifleri Arap ulemasıdır.Kimyacı Cahiz,Matematikçi Harizmi,Ebu'l Kasım Zehravi cerrahi tıpta,Zehravi diş ve göz hastalıklarında Coğrafyacı ve seyyahlar Müslim b. Humayr (ö.845), Cafer b. Ahmed (ö.912), İbn Havkal (ö.976) ve El-Biruni ile tarihçiler İbn Haldun, Hemedani, Mesudi, Taberi, İbni  Esir yüksek ilmi seviyede eserler ortaya koymuşlardır.
İslam kültür ve medeniyetinde ilimlerin disipline edilişi ve standartlaşması büyük ölçüde sağlanmıştır.  Bunların başında ilk kez ilmü’l-heyet veya ilmü’l-felek diye anılan astronomi ile ululumu’r-riyaziyye (matematiksel bilimler) gelir. İlmü’l-heyet (astronomi), İlm-ü ahkâm en-nucūm (yıldızlardan hüküm çıkarma  bilimi veya sanatı) diye anılan astrolojiden ayırt edilmiştir.
İlme izafe edilen her bilginin değerini bilen Müslüman ilim öncüleri, elde ettikleri bilgileri,
etik temeller üzerine inşa etme sorumluluğundan hareketle eserlerini, “Allah-u a’lem” (en doğrusunu
Allah (c.c.) bilir) ifadesiyle tamamlamışlardır. Bu ilmi adabın getirdiği; bilginin kaynağının belirtilmesi ile münazara ve tenkit metodolojisi, deney ve gözleme dayalı araştırmacılık anlayışını ortaya çıkarmıştır.
Günümüz dünyasının sahip olduğu bilimsel birikimde
Müslümanların ilmi çalışmalarının hem aktarıcı, hem de oluşturucu rolü, bilimler tarihçisi Prof. Dr. Fuat  Sezgin’in eser ve çalışmalarında geniş şekilde ele alınmıştır

Tercüme Hareketleri

Müslümanlar; Şam, Halep,Antakya ve İskenderiye ,Harran ve Cündîşâpûr  gibi bilim merkezi olan şehirlerin halklarıyla iyi ilişkiler geliştirerek onların ilmive teknik seviyelerinden yararlanmasını bildiler. Halife Hz. Ömer döneminde İslam topraklarına katılan Cündîşâpûr’da kütüphane,
tercüme evi, rasathanesi bulunan Hintli ve Yunanlı doktorların görev yaptığı bir tıp okulu mevcuttu. Abbasiler bunlara ve diğer bilim ve teknoloji merkezlerindeki ilim insanlarına gerekli imkânları verdiler. Böylece  bilim ve teknoloji bakımından seviyenin hızla  yükselmesini sağladı. Emeviler Dönemi’nde başlayan tercüme hareketleri, Abbasiler Dönemi’nde hızla  devam ederek büyük bir birikim oluşturmuştur. 
Halife Me’mun’un Bağdat’ta 832 yılında kurduğu “Beytü’l-Hikme” adlı ilim merkezi tam bir inceleme araştırma kütüphanesi ve tercüme merkezi olarak faaliyet göstermiştir. Süryanice, Farsça, Hintçe ve Yunanca başta olmak üzere çeşitli dillerden çevrilen eserler sayesinde tıp, riyaziyat (matematik), hendese (geometri), astronomi, fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya ve felsefe gibi bir çok bilimde dünyanın o güne kadar sahip olduğu hafızanın neredeyse tümü İslam dünyasına aktarılmıştır. Tercüme edilen bilgiler yeniden değerlendirilmiş hayata ve güncele uygulanmasında başarı sağlanmıştır.Böylece 8-12. yüzyıllar arasında bilim ve teknolojide zirveye çıkılmıştır.
Avrupa'daki Rönesans,İslam Dünyasında Akdeniz dünyası üzerinden Anadolu, “Kuzey
Afrika- Sicilya-İtalya” ve “Kuzey Afrika-Endülüs”  güzergahından gerçekleşen transferle mümkün olmuştur. Dolayısıyla medeniyetler arasındaki bilgi aktarımı, İslam kültür ve medeniyetinde ortaya çıkan bilimsel metodoloji sayesinde tüm insanlığın ortak mirasına  dönüşmüş olmaktadır.

4 Mart 2019 Pazartesi

İlk Türk Devletleri ve Toplulukları-2



Macarlar

 Fin-Ugor kavimlerinden olan Türklerdendirler.Karadenizin kuzeyinden bugünkü yurtlarına gelmiş . Orda Hristiyanlığı kabulden sonra asimile    olmuşlardır.

Peçenekler

Orta Asya’dan batıya doğru göç etmişler .Balkanlarda yaşamış.Fakat devlet kurmamış bir Türk topluluğudur.

Kumanlar (Kıpçaklar)

Ruslarla mücadele eden Kumanlar,  Balkanlarda ve Karadeniz'in kuzeyinde yaşamışlardır.İslamiyetin benimsenmesinden sonra İslam devletleri için önemli bir asker kaynağı olmuşlardır.Özellikle Memluklar Devletinde önemli roller oynamışlardır.

Sibirler (Sabirler)

Bizanslılar ve Sasanilerle mücadele etmişlerdir. Avarların baskısı sonucu  bir kısmı Doğu Avrupa’ya göç etmişlerdir. Hazarların atalarıdırlar. Ayrıca atayurtlarıSibiryaya isimlerini vermişlerdir.

Akhunlar/Eftalitler

Büyük Hun devleti yıkıldıktan sonra, Çin baskısına dayanamayıp Afganistan’ın kuzeyine yerleşmişlerdir.Sasaniler ve Köktürklerce İpek yolu hakimiyeti için yıkılmışlardır.

Başkırtlar


Ural Dağları çevresinde yaşayan Başkırtlar,XIII. yüzyılda  İslamiyeti kabul ettiler.Tarihlerince önce diğer Türk Boylarının ardından Moğolların,sonrada Rusların egemenliği altına girmişlerdir.Günümüzde Rusya'ya bağlı bir özerk cumhuriyettirler.

Suçun Şahsiliği

İslam hukukunda kişiye emir ve yasaklarla Allah (c.c.) tarafından çizilen sınırlara ve konulan ölçülere hudûd denir.İslam hukukunda had kavramı, Allah (c.c.) hakkı olarak yerine getirilmesi  gereken hususların aşılması durumunda uygulanan cezalar anlamında kullanılır.
Hak din olan dinimiz İslamiyette cezalar, bireysel olup kişi anne, baba veya herhangi bir yakınının işlediği  bir günah yüzünden kınanamaz veya cezalandırılamaz.
Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de Necm suresi, 38. ayette“Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.”  buyurulur.
Dinimizin yaşamış örneği olan Peygamber Efendimiz de  Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 9.da geçtiği üzere “…Bilesiniz ki kişi ancak kendi suçundan ötürü cezalandırılır.Baba evladının suçundan, evlat da babanın suçundan dolayı cezalandırılamaz.” konunun önemine işaret etmiştir.

26 Şubat 2019 Salı

Osmanlı El Sanatları


1.Ahşap ve Taş  İşlemeciliği
Ahşap sanatçılarına “neccar”  denilmiştir.Sedir,ceviz,kestane,elma,armut,abanoz ,şimşir,gül ve kiraz ağaçları kullanılmıştır. Çeşitli tekniklerle ( kireçle terbiye,bezir yağıyla doyurma,cilalama v.b.)  işlenerek şekil verilmiş ve sanat eseri haline getirilmişlerdir.
Ahşap malzemenin içinde gümüş,sedef  v.b.malzemenin kullanılmasıyla “kakmacılık” sanatı yapılmıştır.
Taş işlemeciliği, Türk mimarisinin temel unsurlarındandı.Dini , eğitim veya diğer mimari eserlerde taş işlemeciliği (mozaik, renkli taşlar v.b.) kullanılmıştır.Ayrıca taşların üzerine oyma ve kabartma yoluyla nakışlar da  yapılırdı.
2.Dokumacılık
Pamuk,keten,kadife ve benzeri malzemenin dokunarak kumaş haline getirilmesi işlemidir.Osmanlılar burada  da gelenekten gelen Türkiye Selçuklu ve Beylikler Devri dokumalarının  etkisinde bir gelişim göstermişlerdir.
Dokumacılık, saray sanatı olarak devlet kontrolünde yapılırdı. İpek kumaşlar,bir statü sembolüydü.  
Orta Asya’dan gelen halı ve kilim dokumacılığı da  devam etti. XIV.yüzyılda geometrik  motifler,Hayvan figürleri ve kufi yazılı kenar şeritleri kullanılmış.Bunu baklava motifleri ve soyut bitkisel motifler takip etmiştir. Renk olarak sarı.koyu mavi ve  çimen yeşili kullanılmıştır.
Gordes düğümlü Uşak Halıları madalyonlu ve yıldızlı halıların en güzel örneklerindendir. 
3.Çinicilik
Kil topraktan yapılmış levhaların çiçek desenleriyle bezenip fırında  pişirilmesi sanatıdır.
İznik ve Kütahya bu işin merkezleriydi.Her tür mimari yapı, çinilerle süslenebilmiştir. Bu eserler, dünyada hayranlık uyandırmıştır. Renk;Türk mavisi,domates kırmızısı,mor,sarı ve yeşildir.
Örnek: Bursa Yeşil Camii , Bursa Yeşil Türbe,Topkapı Sarayı,Sultan Ahmet Camii.
4.Hat Sanatı
Güzel yazı yazma sanatıdır. Bu işin sanatçılarına “hattat” denirdi. Osmanlı döneminde hat sanatı zirveye ulaşmıştır. Önce Amasya ve Edirne’de sonra da İstanbul’da hattatlık oldukça  gelişmiştir.Amasyalı Şeyh Hamdullah  ve Ahmet     Karahisarî, XVI. Yüzyılın en önemli hattatlarıdır.







Osmanlı Mimarî Anlayışı




  •   Erken Dönem Osmanlı Mimarisinin temelinde külliyeler,külliyelerin temelinde ise camiiler yer alır.İlk örnekler:İznik(Hacı Özbek Camii,Süleyman Paşa Medresesi),Bursa(Ulu Camii, Yıldırım Bayezid Bedesteni)
  •   Klasik  Döneme  Geçiş. İstanbul’un fethi başlangıçıdır. Mimarîde de üst seviyeye  çıkıldı. Camiiler, merkezi kubbeli camilere yarım kubbelerin  eklenmesiyle büyüdü.Külliyeler de daha büyük yapıldı.”Büyük Külliyeler” devri başladı.Örnekler:Fatih,II.Bayezid ve Süleymaniye  külliyeleri, İstanbul Bayezid Camii.
  •   Mimar Sinan,Yavuz,Kanuni,II.Selim ve III.Murad  dönemlerinde  dört yüzden fazla eser  verdi. Kanuni döneminde mimarbaşı oldu. Çıraklık eseri:Şehzade Camii. Kalfalık eseri:Süleymaniye Camii.Ustalık eseri:Selimiye Camii.  Her eserinde farklı bir plan kullanmış. Devrin sanat erbabından faydalanmıştır. Ayasofya’yı da onararak  günümüze kadar gelmesine katkıda  bulunmuştur.

Osmanlı'da Şehir Planlaması





Osmanlı  Devleti, büyük  bir devlet olarak içinde  çeşitli din,dil ve ekonomik toplumlar  barındırmıştır.Osmanlı  şehir planlaması,  Türkiye Selçuklularının mirası üzerinde  yükselmiştir.
Ekonomik örgütlenme : A.Merkezi  iş sahası B. Konut Alanları  şeklindeydi.
Şehir merkezi, kale veya surlar, önemli yollar ve önemli  kültürel alanlar odak alınarak belirlenmekteydi.
Şehirdeki  ana unsurlar:cami,bedesten(çarşı) ve imaret(hayırevi). Bedestenin yanında  hem konaklama hem ticari bağlantı noktası olan hanlar vardı.
 Külliyeler , şehir merkezini oluşturan bir diğer unsurdu..Medrese,camii,aşevi ve benzerlerinin toplu olarak bulunduğu yapılar  bütünüydü.
Mahalleler, yerleşim birimleri olarak genelde çift katlı yapılardı. Birinci kat, hizmet katı( mutfak,depo,çamaşırhane ve tuvalet ), ikinci katıysa oturma alanı olan odalar şeklinde olup  aralarında bir eyvan,ön tarafta ise bir avlu yer alırdı.
Mahallelerin  ötesinde ise endüstriyel  faaliyetlerin ve zanaatkârların işyerleri (derici,kesimhane,bakırcı,gıda maddesi satıcıları)  vardı.



25 Şubat 2019 Pazartesi

Adaletin Gözetilmesi

         "Adalet mülkün temelidir.”

Adalet,hukukun öngördüğü  esaslara  göre  hakka  ve hukuka uygunluk,herkese kendine uygun olanı verme  anlamlarına gelir.
Toplumda  hak ve sorumlulukların yerine getirilebilmesi,bireyleri koruyan,eşitlikçi bir ölçüt olarak hukukun bulunmasına bağlıdır.Kişisel hevesler veya isteklerle toplumda düzen ve dirlik sağlanamaz.
İlk ilkemiz  böylece  kişisel heves ve isteklere  dayanmamak.
İkinci  ilkemiz  uygulamada  eşitlik ilkesidir. Aynı  suçu işleyenlerin hepsine aynı cezanın verilmesidir.
Hukukta  karar verilirken  birine duyulan sevgi veya  nefret  sonuç üzerinde etkili olmamalıdır.
Kur'an-ı Kerim' den  örnek  delil:
“Ey iman edenler!
Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah
için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar
Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği)
eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah
yaptıklarınızdan haberdardır."
                                              Nisâ suresi, 135. ayet.
Kur'an ahlakının  yaşamış örneği  Peygamber Efendimiz(sav)'den   örnek  delil:
Peygamberimiz  bir hırsızlık olayı karşısında
“Ey insanlar! (Allah) sizden önceki milletleri, içlerinden soylu birisi hırsızlık yaparsa onu bırakmaları,zayıf birisi hırsızlık yaparsa onu cezalandırmaları sebebiyle helâk etmiştir. Allah’a yemin olsun ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık etse mutlaka onun da elini keserdim.
                                            Müslim, Hudûd, 8.

24 Şubat 2019 Pazar

Osmanlı'da Şehircilik Anlayışı

1. Osmanlı Şehir Kurma İlke ve Uygulamaları
Şenlendirme Osmanlıların, şehirleri fethettikten sonra bu şehirlerde yaptıkları imar faaliyetlerini XV. yüzyılın çağdaş kaynaklarından örneğin Aşıkpaşazade ya da Neşri tarihinden takip edebilmekteyiz. Padişahları esas alarak Osmanlı tarihini anlatan bu kaynaklar, her bir padişahın tarihini anlatırken onların şehirlere yaptıkları katkıları ve yatırımları da tek tek zikretmişler ve hayır dualarda bulunmuşlardır. Şehirlerin imar sürecini ifade etmek için bu kaynaklarda kullanılan bir terim, Osmanlıların şehir kurma pratiğini adlandırmak için çok uygun gözükmektedir: Şenlendirme. Şehirlerin imarı, abad edilmesi, nüfuslandırılması, huzur ve güvenliğin temini ve iaşesinin temini gibi şehircilik ve şehirleşme faaliyetlerinin tümünü birden ifade etmek için kullanılan “şenlendirme” kelimesini biz de burada kullanmayı tercih ettik.
1.1 Şehirler ve Fetih
En başta ifade etmek gerekir ki Osmanlı siyasî yapı ve kültürü, içinde bulunduğu toplumsal âdet ve geleneklere aşırı duyarlı idi ve fethettiği toplumların maddi ve kültürel zenginliklerden kendisi de payını alıyordu. Fakat geleneklerin ötesinde dikkate aldığı güçlü bir İslam hukuku ve Türk-İslam devlet geleneği yani fiili uygulama vardı. Bu hukuk ve gelenek bir şehrin fethi aşamasında başlardı. Eğer şehir sulh/barış ile fethedilirse, İslam hukukuna ve Osmanlı uygulamasına göre şehir halkının canına ve malına dokunulmaz idi; Bursa’nın, Edirne’nin fethinde olduğu gibi. Eski gayrimüslim şehir ahalisinin güvenle şehirde yaşaması için tek şart devlete itaatini cizye vergisi vererek kabul etmesiydi. Fethedilen şehrin halkı kendi mülklerinde oturmaya devam eder, fetih sonrası gelen göçmenler ise yeni mahalleler kurarak şehrin imarına girişirlerdi. Zamanla, insanlar arası mülk alışverişi ile ya da gelen göçmenlerin zaten karışık unsurlar ihtiva etmesi ile heterojen mahalleler ve şehir teşekkül ederdi.
Diğer taraftan eğer bir şehrin fethi sulh ile değil de savaşla/zorla oldu ise, fetihten sonra o şehrin ahalisinin esir alınması ve mallarına el konulması kanunî hak idi. Nitekim İstanbul’un fethi böyle olmuştur. Galata bölgesi ise sulh ile alındığı için onlara dokunulmamıştır. İstanbul’un Rum halkı esir edilmiş, evlerine, fetihle birlikte gelen ya da göç eden insanlar yerleşmiştir. Tüm ibadethanelerin camiye çevrilmesi de hukuken mümkün hale gelmiştir. Şüphesiz bu durum, esir olan halkın fidyesini ödeyerek hürriyetini kazanmasına ve şehirde oturmaya devam etmesine mani değildir. Ya da göçle gelen gayrimüslimlerin şehirde farklı muamele görmesine de yol açmamaktadır. İstanbul örneğine devam edersek, her ne kadar fetihle birlikte Rumlar esir edilmiş ve mallarına el konulmuşsa da, teori ile pratik ya da norm ile uygulamada uygulamanın önemini bizi gösterircesine, Fatih Sultan Mehmet hürriyetlerini ve mallarını Rumlara iade etmiş, ibadethanelerinin sadece bir kısmını camiye çevirmekle yetinmiştir. Böylece çok sayda Rum diğer gayri Müslimlerle birlikte İstanbul’da yaşamaya devam edebilmiştir. Nitekim 20. yüzyıla kadar da Rumlar, Müslümanlardan sonra İstanbul’da en fazla nüfusa sahip (%20 civarı) unsur olmuştur. 1.2 Şehir Tahrirleri ve Kanunnameleri Güven ortamı ile fethin ilk aşaması temin edildiğinde ikinci aşama olarak yerel âdetlerin ve demografik bilgilerin öğrenilmesine ve buna göre kuralların konulmasına yönelik “sancak/şehir kanunnameleri”nin hazırlanmasına geçilirdi. Dolayısıyla Osmanlılarda her şehrin kendine mahsus, yerel şartları dikkate alan kanunları vardır. Böyle bir tespit şüphesiz bir şehrin önceki halini bilerek yeni halinde bir süreklilik sağlama niyetinin de göstergesidir. Bir anlamda bu usul, geçmiş kültür ve geleneklerinin öğrenilmesi ve yaşatılması sonucunu doğurmaktadır. Ö. L. Barkan ve H. İnalcık çalışmaları ve 1. Akgündüz’ün detaylı neşirleri ile ortaya konan bu usulü XV. asrın ikinci yarısından itibaren elimizde olan eserlerden takip edebilmekteyiz. Göknur Karaduman, sancak kanunnamelerini tanıttığı makalesinde bahsini ettiğimiz süreci İnalcık’ın anlatımlarına dayandırarak şöyle tanımlar:
“... öncelikle Osmanlı Devleti’nin bir bölgeyi fethini müteakip, o bölgede bir tahrir yaptırdığını görmekteyiz. Bölgede ilk kez yaptırılan bu birinci tahrir, Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyeti ve bölge halkı üzerindeki meşruiyeti acısından çok büyük önem taşımaktadır. Yeni fethedilen bölgelerde yapılan ilk tahrirlerde, fetihten önce o bölgede geçerli olan eski yasalar ve bölgeye ait örf ve adetlerin, Osmanlı Devleti kanunları ile birlikte sancak kanunnamelerinde yer aldığını görmekteyiz. Gerek Avrupa, gerek Doğu Anadolu ve gerekse Orta Doğu’daki yeni fethedilen yerlerde, özellikle fethi izleyen geçiş dönemlerinde, kanunnamelerde eski kanunlar yer almış ve çoğunlukla daha sonraki dönemlerde yapılan tahrirleri müteakip hazırlanan sancak kanunnamelerinde bu maddeler değiştirilmiştir. Buradaki amaç; fethedilen bölgelerin Osmanlı hâkimiyetine, Osmanlı vergi sistemine geçişinin yumuşak olması ve tarihsel, bölgesel ve ekonomik farklılıklar gözetilerek adaletsizliklerin ortadan kaldırılmasıdır.”
Aynı şekilde nüfusun ve unsurlarının ve ayrıca mülklerin tespitine yönelik de sayımlar (tapu tahrirleri) yapılmış böylece bir taraftan şehrin fetihten sonraki hali her açıdan tasvir edilirken diğer taraftan bundan sonra o şehirde nasıl bir şenlendirmeye ihtiyaç olduğu da tespit edilmiştir. 1.3 Şehirlerin Yönetimi: Adalet, Güven ve Huzurun Tesisi Fetih süreci ve sayımlarla birlikte gerçekleştirilen diğer bir süreç o şehirde, adalet ve güvenliğin temini için hukukî-beledî yönetici (kadı) ve asayiş-idarî yönetici (subaşı, yasakçı, ağa, şehremini...) tayininin yapılmasıydı. Böylece fethedilen bir şehirde güvenlik, otorite, adalet ve güvenlik olarak tasnif edebileceğimiz süreç tamamlanmış olurdu. Kadılar Osmanlı şehirlerinde sadece hukuki işlere bakmazlar, şehrin gündelik yaşamının, altyapısının, kurumlarının ve iktisadi hayatının (iaşe) adaletle, güvenle ve süreklilik çerçevesinde bir verimlilikle çalışmasını da temin ve idare ederlerdi. Hem devletin şehirdeki görevlisi hem de Avşehrin devlet nezdindeki temsilcisi idi. Şeriyye Sicilleri olarak bildiğimiz kadıların tuttuğu ve yirmi binden fazlasının yani milyonlarca davanın elimizde olduğu defterler onların Osmanlı şehirlerinde çok yönlü işlevlerini bize göstermektedir. Elbette, kadıları şehri tüm işlerinin tek idarecisi değildi. Subaşı ve benzeri statüdeki görevliler asayişi, eminler mali işleri, kethüdalar esnaf örgütlerini, imamlar yani dini görevliler mahalleleri ve cemaatleri, mütevelliler vakıfları sevk ve idare ederlerdi.
Şehirlerin Osmanlılaştırılması sürecinin bu icrai faaliyetleri bizlere bazı ilkeleri ortaya çıkarma fırsatı vermektedir. Bunlar kısaca süreklilik, çok kültürlülük ve yerinden yönetim olarak günümüz diline çevrilebilir diye düşünüyoruz.
2. Tevarüs: Osmanlı Şehirlerinde Süreklilik
Burada süreklilikten kasıt çok yönlüdür. Birincisi, ilkesel olarak Osmanlıların içerisinden çıktıkları İslam ve Türki ilke ve adetleri kendi idari süreçlerinde devam ettirmeleridir. Fetih yöntemleri, yapılan tahrirler ve idari icraatlar bu sürekliliğin unsurları olarak görülmelidir. İkincisi ise fethedilen şehirlerin varolan örf ve adetlerine yönelik hassasiyet ve bunlarla Osmanlı sistemini adapte etme uğraşısı ile ortaya çıkan süreklilik unsurudur. Özellikle sancak kanunnamelerinde tam da yapılmak istenen bu olarak yorumlanabilir. Zira Balkan şehirleri için Bizans, Macar ve feodal örflerinin ve Anadolu şehirleri için Kayıtbay Kanunundan diğer beylik kanunlarına kadar ki adetlerin tespit edilip Osmanlı sistemi ile bunların örtüştürülmeye çalışılması gündelik hayattaki sürekliliklerin temini açısından son derece kıymetli uygulamalardır.
Üçüncü olarak ise şehrin mimari unsurlarının ve inşa edilmiş alanlarının yakılıp yıkılması yerine olabildiğince tamir ve tadil edilerek kullanılmasına yönelik bir uygulama de var olan şehrin teknik, estetik ve yaşanabilir alanlarla ilgili birikiminin sürdürülmesine yönelik bir adım olarak değerlendirilmelidir. Özellikle XIX. Yüzyıl sömürgecilik dönemindeki şehirleşme politikalarına bakıldığında bir fark çok açık gözükür. Birçok sömürge şehrinde mevcut meskûn mahaller ve mimari olduğu gibi bırakılıp sömürgeci devletlerle yeni meskûn alanlar ve mimari tarzlar oluşturulmuştur. Onun için de eski Rabat, yeni Rabat; eski Kahire yeni Kahire ya da yepyeni Yeni Delhi, Kalküta gibi şehirler ortaya çıkmış bir anlamda yerel unsurlar ölüme terkedilmiştir. Oysa Osmanlı şehirlerinde hem fetih öncesi var olan unsurlar ve mahaller ihya edilmiş hem de külliyeler yoluyla bu şehirler büyütülmüştür. Osmanlıların yeni şehirler kurmak yerine var olan şehirleri (Bursa, Edirne, Sarayova, Üsküp, Kütahya, Kastamonu...) büyütmeyi tercih etmeleri bu çerçevede örnekler olarak değerlendirilmelidir.
2.1 Şehir ve Kimlik
Çok kültürlülük ve Bir arada Var olma Fethi takip eden ilk yıllarda İstanbul’da muhtemelen 50 binin çok altında bir nüfus vardı. Kısa zaman içerisinde, kabaca 50 yıl sonra bu nüfus 100 bine ulaştı. Biraz daha sonra yani Kanuni Sultan Süleyman devrine isabet eden bir asır içerisinde ise yaklaşık 300 bin kişiyi içerisinde barındıran bir şehir vücuda geldi. Paris ve Londra gibi şehirlerin bile 100 bin civarındaki nüfusu düşünülürse, bu coğrafyanın en büyük şehrine dönüştü. Fetih sonrasında önemli miktarda Rum nüfus İstanbul’da yaşamaya devam etti. Hatta Ortodoks Patrikhanesine Fatih tarafından atanan yeni patrik ile Hristiyanlığın da merkezi olmayı sürdürdü. Galata tarafında ise Latin ve Frenk nüfus zaten mevcut idi. 1490’lardan sonra İstanbul, İspanya’dan kovulan Yahudi gruplara kapılarını açtı. Aynı yıllarda ve sonrasında önemli miktarda Ermeni nüfus İstanbul’a yerleşti. Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen çok çeşitli etnik ve dinî grup ile Roman nüfus da bu süre zarfında İstanbullu oldu. Müslüman nüfus da şüphesiz yeknesak değildi İstanbul’d1. 1453 yılındaki fetihten sonra asker olarak gelip şehirde yaşamaya başlayan nüfus Anadolu’dan Balkanlara birçok farklı bölgeden-kültürden gelmişti. Sonraki yıllarda artarak devam eden göç dalgası ile Anadolu ve Balkan coğrafyasının, her köşesinden Müslüman gruplar İstanbul’da yaşamaya başladılar. Kısacası, fethin yüzüncü yılında İstanbul, başta İslam’ın olmak üzere Ortodoks Hristiyanlığın, Yahudilerin, Ermenilerin kutsal emanetlerine ve dünyadaki en büyük nüfuslarına sahip dünyanın en büyük ve en zengin şehirlerinden biri oldu.1
Yukarıda aktardığımız İstanbul’a dair rakamlar bize şunu söylüyor. Hem dinî açıdan Müslüman, Hristiyan, Yahudi nüfus hem de etnik ve kültürel olarak Türk, Arnavut, Arap, Boşnak, Kürt, Rum, Ermeni, Roman, Latin ve Frenk gibi çok çeşitli unsurlar Osmanlı İstanbul’unda birlikte var olmuşlardır. 1900’lü yıllara kadar da dinî olarak Müslüman ve diğer dinler arasındaki oran %60’a %40 ya da %50’ye %50 gibi bir oranla sürmüştür. Ancak 1900’lü yıllara tekabül eden Kafkas ve Balkan Müslümanlarının Anadolu’ya doğru zorunlu göçleri ve neredeyse tek etnik gruba dayalı yeni ulus devlet sürecinde İstanbul homojenleşmiş ve yeknesak bir kimlik ve kültüre büründürülmeye çalışılmıştır.
Peki, Osmanlı şehirlerinin bu çok dinli ve ırklı yapısı, insanların şehirlerde bir arada ahenkle yaşadığı ve kültürel anlamda birbirileriyle etkileşim içerisinde oldukları anlamına mı gelmektedir? Elbette, böyle bir çeşitliliğin bir şehirde yaşaması birlikte var olmak için birinci şarttır, ama yeter şart değildir. Bizans İstanbul’undan bahsederken de bu kadar çeşitli olmasa da bazı etnik-dinî unsurların şehirde var olduklarını belirttik. Modern öncesi bazı Avrupa şehirlerinde de azda olsa bir nüfus çeşitliliğini görmek mümkün. O zaman sorduğumuz sorunun cevabı, bu çok çeşitli insan gruplarının şehir içindeki yerleşim biçimlerinde ve aralarındaki iletişimi/etkileşimi artıracak kanalların olup olmamasında düğümleniyor. Osmanlı şehirleri dışındaki hiçbir Avrupa ve Bizans şehrinde isteyen istediği yerde oturamazdı. Her etnik-dinî unsurun nerede oturacağı belliydi ve bir yerden başka bir yere taşınması yasaktı. Burada “hukuk” ve “yasak” kelimelerini bilinçli olarak kullanıyorum, çünkü kimin nerede oturacağının hukukî olarak ya da devlet zoruyla belirlenmesi ile insanların sosyolojik, kültürel ve ekonomik gerekçelerle birbirilerine yakın oturmayı tercih etmeleri arasında çok büyük fark vardır. Ayrıca bir kere bir yeri tercih ettikten sonra oradan ne gerekçe ile olursa olsun taşınma ve hareket etme serbestisi ya da esnekliğinin olması da çok kritiktir. Eğer insanlar tercihlerine göre bir yer seçiyor ve gerektiğinde hareket edebiliyorsa ancak o zaman yukarıda saydığımız nüfus çeşitliliğinin bu şehirde karışık oturması ve birbirleriyle iletişim ve etkileşimi mümkün hale gelir.
Osmanlı şehirlerinde ve İstanbul’unda belirli dinî ve etnik gruplar belirli bir mahallede oturmayı tercih edebiliyorlardı ve fakat taşınabilme esneklikleri de vardı. Dolayısıyla bu şehirlerde pek çok farklı dinî ve etnik unsurdan insan aynı mahallede karışık oturabiliyordu. Osmanlı kaynakları, heterojen dediğimiz, çeşitli grupların bir arada yaşadığı ve aralarında iletişim ve etkileşimi ifade eden örneklerle doludur. “Getto” denilen sadece bir gruba mahsus bölgeler hiçbir Osmanlı şehrinde gözükmemektedir. Oysa Avrupa şehirlerinin pek çoğunda özellikle Yahudiler için “getto” denilen mahaller söz konusudur. Bugün Toledo’da, Prag’ta, Paris’te “Yahudi Mahallesi” olarak gezilen yerler geçmişte, başka bir yerde oturmasına izin verilmeyen bir dinî unsurun mahalleleridir. Başka dinî ve etnik unsurlar için de benzeri mahaller oluşturulmuştur. Bizans İstanbul’unda da, örneğin Yahudilerin defalarca şehirden ihraç edildiklerini, şehirde yaşamalarına izin verildiğinde ise bazen Galata’da bazen de Suriçi’nde belirli yerlerde oturmaya mecbur edildiklerini tarihî kaynaklardan okuruz. Latinlerin ve Müslümanların da aynı şekilde bazı dönemlerde Galata’da bazen de Sirkeci sahil bölge sinde iskâna mecbur edildiğini görmekteyiz. Bizans ve Osmanlı dönemi İstanbul’undaki nüfus kompozisyonu ve yerleşim biçimlerindeki farklı tutum alışların benzerini Granada’nın Endülüs ve İspanyol dönemlerindeki tarihini inceleyerek de fark edebiliriz.
Dinî ve etnik çeşitlilik ile tercihe ve esnekliğe dayalı yerleşim biçimi Osmanlıların Anadolu ve Balkan şehirlerinin pek çoğunda vardır. Onun için de özellikle Osmanlıların şekillendirdiği Bursa, Edirne, Selanik, Saraybosna, Üsküp, Sofya, İşkodra, Belgrad şehirleri pek çok açıdan birbirlerine benzemektedir. Nüfus çeşitliliği bir yana, bu çok kültürlülüğünün sonucu olarak mimari, ticaret, gündelik yaşam ve yeme-içmeye kadar çok farklı alanlarda benzeri tavır alış özellikleri gösterirler. Müslümanlıkları ile birlikte sahip oldukları zengin çeşitlilik en bariz bir şekilde göze çarpmaktadır.
Örneğin mimari olarak, bu şehirlerde tüm dinlerin ibadethanelerini bulabilirsiniz. Tüm kültürlerin kendine mahsus, ahşap, taş, avlulu, sıralı mimari tercihlerine rastlayabilirsiniz. Ermeni bir ustanın, Müslümanların kullandığı bir eseri inşa ettiğini görebilirsiniz. 2 Çarşıda, bedestende herkesin dükkânı olabilir, meslekî loncalarda birlikte çalışılabilir. Tüm dinî ve etnik unsurlar kadı mahkemelerine gelip aralarındaki davaları görebilir.
Birbirlerinin dillerini ve âdetlerini de öğrenirler. Mesela İstanbul tarihi de yazan Ermeni tarihçi Eremya Çelebi’nin 1656 yılında “Bugün Türkçe Elifbe’yi bitirdim ve Hazreti İsa’nın inayetine sığınarak Amme’ye başladım” demesi, bunun çok güzel bir örneğidir. Benzeri şekilde aynı dönemde yaşayan Müslüman Evliya Çelebi de 10 ciltlik Seyahatname’sinde bize tüm Osmanlı coğrafyasının dillerini, kültürlerini hiç yabancılık çekmeden anlatır, örnekler verir. İstanbul’da ya da Osmanlı şehirlerinin yemek kültüründe bugün bile görülen çeşitliliğin bu tarihsel mirasın sonucu olduğunu kim inkâr edebilir!
Osmanlı şehirlerini pek çok açıdan Avrupa şehirleri ile mukayese etmek mümkünken, dinî-etnik çeşitlilik ve birlikte var olma tecrübesi açısından böyle bir mukayese yapmak neredeyse imkânsızdır. O zaman bu noktada şöyle bir soru akla gelmektedir. Peki, böyle bir kozmopolit/çok kültürlü yapının kaynağı nedir? Fiilî bir durum mudur, yoksa yazılı bir kanuna mı dayanmaktadır?
Bu soruların cevabı yukarıda bahsedilen fetih sırasındaki hukukta, sonrasında yapılan tahrir uygulamaları ile ulaşılmaya çalışılan sürekliliklerde ve İslam hukukuna dayalı kadılarca temin ve takip edilen zimmi hukukunda aranmalıdır.
Sonnotlar
1 Bkz. Halil İnalcık “Fatih, Fetih ve İstanbul’un Yeniden İnşası”, Dünya Kenti İstanbul– İstanbul World City. (Afife Batur ed. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996), pp. 22-37.
2 Pekçok örneği arasında Süleymaniye Camii’nin inşaat süreci bu açıdan manidardır. Bkz. Ömer Lütfi Barkan, Süleymaniye Cami ve İmareti İnşaatı (1550- 1557) I-II, Ankara, 1972-79.
Yrd. Doç. Dr. Yunus Uğur
Kaynak:Çevre ve Şehircilik Bakanlığı